20 June 2025

Avrupa Birliği’nde Hukukun Üstünlüğü İlkesi ve Koruma/Denetim Mekanizmaları Çerçevesinde Polonya Örneği


Avrupa Birliği’nde Hukukun Üstünlüğü İlkesi ve Koruma/Denetim Mekanizmaları Çerçevesinde Polonya Örneği


Fotoğraf Bilgileri: Eser Sahibi: Chris Potter / Wikimedia Commons

Merve Ağzıtemiz, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, AB Hukuku Anabilim Dalı

Avrupa Birliği (AB), hukukun üstünlüğü ilkesini yalnızca kurumsal işleyişin değil, Birlik kimliğinin de temel unsurlarından biri olarak kabul etmektedir. Bu ilkenin korunmasına yönelik oluşturulan araçların etkinliği ise zaman zaman tartışma konusu olmaktadır. Polonya örneği, hem hukukun üstünlüğüne dair ihlallerin nasıl şekillendiğini hem de 7. madde prosedürü başta olmak üzere AB’nin bu tür ihlallere verdiği tepkilerin sınırlarını gözler önüne sermektedir. Bu yazıda, hukukun üstünlüğü ilkesi ve buna yönelik mekanizmalarının işleyişi hem genel olarak hem de güncel Polonya örneği üzerinden kısaca değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Avrupa Birliği’nin Bir Değeri Olarak Hukukun Üstünlüğü

AB, Lizbon Antlaşması ile değişik AB Antlaşması’nda (AB Antlaşması) da belirtildiği üzere birtakım değerlerin üzerinde kurulmuştur. Bunlar; insan onuruna saygı, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve azınlıklara mensup kişilerin hakları da dahil olmak üzere insan haklarına saygı olarak sıralanmaktadır. Düzenlemenin devamında ise bu değerlerin, çoğulculuk, ayrımcılık yapmama, hoşgörü, adalet, dayanışma ve kadın-erkek eşitliğinin hâkim olduğu bir toplumda üye devletler için ortak olduğu ortaya koyulmuştur. (Bkz. AB Antlaşması m.2) (Ayrıca Bkz. AB Antlaşması Dibacesi)

Hukukun üstünlüğü uyarınca, tüm kamu erkleri her zaman, yasalarla belirlenmiş sınırlar içerisinde, demokrasi ve temel haklar değerlerine uygun olarak ve bağımsız ve tarafsız mahkemelerin denetimi altında hareket eder. (Bkz.) Yani genel anlamıyla, devletin hukukla bağlı olması ifade edilmektedir. (Bkz.)

            Hukukun üstünlüğü ilkesi uyarınca, kamunun, her zaman yasanın koyduğu sınırlamalar dahilinde hareket etmesi gerekmektedir. Bununla birlikte, bu kavramın içerdiği birçok farklı unsur da bulunmaktadır. Bunlar, şeffaf, hesap verebilir, demokratik ve çoğulcu bir yasa yapma süreci, bağımsız ve tarafsız mahkemeler tarafından adalete erişim de dahil olmak üzere etkili yargısal koruma ve güçler ayrılığı şeklinde ifade edilebilir. Bu unsurlarla birlikte, hukukun üstünlüğü kavramı, herkesin kanun önünde eşit korumaya sahip olmasını gerektirmekte ve hükümetlerin keyfi güç kullanmasını önlemektedir. Ayrıca temel haklar ve özgürlüklerin korunmasını ve desteklenmesini de sağlamaktadır. (Bkz. Konsey)

            AB Antlaşması’nın 2. maddesinden görüldüğü üzere, hukukun üstünlüğü açık bir şekilde AB’nin değerlerinden birisi olarak sayılmıştır. Bu bağlamda, AB açısından, hukukun üstünlüğü ilkesinin Birliğin temel değerlerinden biri olduğu ve Birliğin işleyişinin merkezinde yer aldığı da ifade edilebilir. Bu ilke sayesinde, üye devletler arasında/içinde hukuk normları eşit, şeffaf ve tutarlı biçimde uygulanmakta ve bu sayede hak korunması sağlanmaktadır. Böylelikle, gerçek ve tüzel kişiler için güvenilir, öngörülebilir ve istikrarlı bir ortam yaratılmaktadır. Hukukun üstünlüğünün olmadığı bir Birlikte, özellikle de Birliğin temelini oluşturan ortak pazarın işlevselliğini sürdürmesi tehlikeye girebilecektir.

AB’de hukukun üstünlüğü, yalnızca ekonomik faaliyetler açısından değil, demokratik işleyiş, temel hakların korunması ve adalete erişim açısından da kritik bir öneme sahiptir. Herhangi bir hak ihlalinde, kişilerin tarafsız ve bağımsız bir yargıya başvurabilmesi bu ilkeyle mümkün olmaktadır. Hukukun üstünlüğü, ayrıca, AB politikalarının etkili biçimde hayata geçirilmesini sağlayarak, eşitlik ve sosyal adalet gibi temel değerlerin korunmasına da yardımcı olmaktadır. Bununla birlikte, AB’nin diğer politika alanlarının korunması gibi unsurlar da bu ilkeyle sıkı sıkıya bağlıdır. (Bkz. AB Antlaşması)

Hukukun üstünlüğü, AB’nin genişlemesi açısından da önemli bir unsurdur. AB'ye üye olmak isteyen aday ülkeler açısından hukukun üstünlüğüne bağlılık, temel bir kabul şartıdır. Bu prensibe saygı ve bağlılık göstermeyen ülkelerin üyelik sürecinde ilerlemesi mümkün görülmez.

Genel olarak değerlendirildiğinde, AB'nin varlığı ve sürdürülebilirliğinin, hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlam ve sürekli şekilde uygulanmasına bağlı olduğu vurgulanmaktadır. (Genel olarak Bkz. Komisyon)

Avrupa Birliği’nde Hukukun Üstünlüğünün Korunması

            AB’nin değerlerinden olan hukukun üstünlüğü, Antlaşma’da lafzen sayılmakla kalmamış, koruyucu ve önleyici mekanizmalarla desteklenmiştir. Bu bağlamda (kurumsal açıdan) hukuki belirlilik, keyfiliğin yasaklanması, bağımsız yargıya erişim, güçler ayrılığı ve hukukun uygulanmasında eşitlik gibi kavramların takibi ve korunması açısından bazı adımlar atılmaktadır. Burada ise “Rule of Law Toolbox” kavramı öne çıkmaktadır.  Hukukun üstünlüğünün sağlanmasına yönelik olarak kullanılan bu “Hukukun Üstünlüğü Araç Seti”, AB’nin hem üyeleri arasında hem de dış ilişkilerinde hukukun üstünlüğünü desteklemek ve ihlalleri önlemek adına geliştirdiği çeşitli araç ve mekanizmaları içermektedir. Bu araç ve mekanizmalar ise ikiye ayrılabilir. (Bkz. Komisyon)

Birinci kısmı, hukukun üstünlüğü ilkesini destekleyen ya da buna karşı ihlali önlemeye çalışan araçlar oluşturmaktadır. Burada:

-       Üye devletlerin yapısal reformlar gerçekleştirmeleri için sağlanan teknik ve mali destekler,

-       Yargı sistemleri ve yolsuzlukla mücadele dahil olmak üzere makroekonomik ve yapısal konulara ilişkin ülkeye özgü tavsiyelerle sonuçlanan ve yıllık bir süreç olan Avrupa Sömestri (Bkz. İKV),

-       Ulusal yargı sistemlerinin bağımsızlığı, kalitesi ve etkinliğini ortaya koyan AB Adalet Göstergesi (AB Adalet Skor Tahtası), (Bkz.)

-       Romanya ve Bulgaristan özelinde yargı reformu, yolsuzlukla mücadele gibi konularda eksikliklerin giderilmesine yönelik düzenli izleme ve ilerleme raporları (Bkz. CVM Reports)

-       Sivil toplum ve projeler için destekler ve

-       Merkezinde yıllık “Hukukun Üstünlüğü Raporu” yer alan, yıllık bir döngü olan “Hukukun Üstünlüğü Mekanizması” bulunmaktadır.

İkinci kısmı, hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlaline yönelik eylem ve uygulamalara karşı atılacak adımlar oluşturmaktadır. Bunlar:

-       İhlal durumunda, AB fonlarına erişimin askıya alınabilmesi, azaltılabilmesi veya sınırlandırılabilmesini sağlayan hukukun üstünlüğü ilkesi çerçevesindeki bütçe koşulluluğu, (Bkz. Tüzük)

-       Erken uyarı aracı olarak, sistemik tehditleri ele almak üzere bir üye devletle diyalog kurulmasını sağlayan “Hukukun Üstünlüğü Çerçevesi”,

-       İhlal davası (Bkz. Avrupa Birliğinin İşleyişi Hakkında Antlaşma) ve

-       Hukukun üstünlüğüne yönelik ciddi ihlalleri ele almak üzere kaleme alınmış olan AB Antlaşması’nın 7. maddesinin uygulanmasıdır. (7. madde Prosedürü)

Avrupa Birliği’nde 7. madde Prosedürü

Doğrudan Antlaşmalarda yerini bulması nedeniyle 7. madde prosedürü, bu araçlar arasında ön plana çıkmaktadır. AB Antlaşması’nın 7. maddesinde, AB değerlerinin, bir üye devlet tarafından ciddi biçimde ihlaline yönelik açık bir risk bulunması ya da bu değerlerin ciddi ve sürekli biçimde ihlal edilmesi durumları ele alınmıştır. Dolayısıyla, değerlere karşı eylemler bakımından ikili bir yol izlenmiştir.

Birincisi, değerlerin ihlaline yönelik açık bir risk bulunması durumudur. Bu durum, Konsey üyelerinin beşte dört çoğunluğuyla tespit edilebilir. Konsey, bu tespiti yapmadan önce ilgili üye devleti dinleyebilir ve aynı usule göre hareket ederek bu devlete tavsiyelerde bulunabilir. (Bkz. AB Antlaşması m.7/1) Bu tespit ve tavsiye açısından ise bir ön koşul belirlenmiştir. Buna göre, Konsey, üye devletlerin üçte birinin, Avrupa Parlamentosu’nun veya Avrupa Komisyonu’nun gerekçeli önerisi üzerine ve Avrupa Parlamentosu’nun muvafakatini aldıktan sonra ihlal riskine karşı harekete geçebilmektedir.

İkincisi, değerlerin ciddi ve sürekli bir şekilde ihlal edilmesi halidir. Böyle bir durumda ise Avrupa Birliği Zirvesi, üye devletlerin üçte birinin veya Avrupa Komisyonu’nun önerisi üzerine (ve Avrupa Parlamentosu’nun muvafakatini aldıktan sonra), AB değerlerinin bir üye devlet tarafından ciddi ve sürekli biçimde ihlal edildiğini, ilgili üye devleti gözlemlerini sunmak üzere davet ettikten sonra, oybirliğiyle tespit edebilecektir. (AB Antlaşması m.7/2) Bu tespit yapıldığında Konsey, ilgili üye devletin hükümet temsilcisinin Konsey’deki oy hakları da dahil, Antlaşmalar’ın bu üye devlete uygulanmasından kaynaklanan haklardan bazılarının askıya alınmasına nitelikli çoğunlukla karar verebilecektir.

Bu prosedürler hakkındaki birinci durum, her ikisinin de ön koşula bağlanmış olmasıdır. (Bununla birlikte, Parlamento’nun muvafakati şartı demokratik bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır.) İkincisi, Konsey ve Zirve’nin baskınlığı neticesinde, 7. madde Prosedürünün siyasi bir tarafı olduğu ve bir üye devlete karşı bu yönde hareket etmenin her zaman çok kolay olmayabileceği vurgulanmalıdır. Ayrıca, değerlerin ciddi ve sürekli bir şekilde ihlal edilmesi halinde aranan oybirliği şartı süreci durdurabilecek bir nitelik barındırmaktadır.

Bununla birlikte, 2014 yılından bu yana Komisyon tarafından erken uyarı mekanizması olarak kullanılan “Hukukun Üstünlüğü Çerçevesi”, bu prosedür öncesi döneme en azından teknik katkı sağlamaktadır. Bu çerçevede, özellikle yargı bağımsızlığı ve hukukun uygulanması gibi alanlarda sorun çıktığında, diyaloğu temel alan üç aşamalı bir süreç (Komisyon incelemesi- tavsiye- izleme) başlatılmaktadır. Amaç, AB Antlaşması’nın 7. maddesinin uygulanmasına gerek kalmadan sorunu çözebilmektir. Bununla birlikte, bu sürecin zamansal olarak oldukça geniş bir aralığa yayılabileceği gözden kaçırılmamalıdır. (Bkz. Komisyon) Bu uzama ise değerlerin ihlalinin, zamanla anlamını kaybetmesi riskini barındırıyor gibi görünmektedir.

Hukukun Üstünlüğü İlkesi ve Polonya 

Avrupa Birliği’nde hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlali bakımından özellikle iki üye devlet öne çıkmaktadır: Macaristan ve Polonya. Polonya’nın durumu, hukukun üstünlüğü mekanizmasına tabi tutulmasına rağmen gerekli iyileştirmeleri yaptığı gerekçesiyle bu sürecin dışında bırakılmasıyla dikkat çekmektedir. Ancak son dönemde, Polonya’nın hukukun üstünlüğünü zedeleyici uygulamalara devam ettiğine dair çeşitli bulgulara yer verilmektedir. Bu nedenle, güncel gelişmeler ışığında, hukukun üstünlüğünün korunmasına yönelik mekanizmaların Polonya özelinde yeniden ele alınması gerekmektedir.

Polonya ve hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlali konuları 2016 yılından bu yana gündemdedir. Komisyon, Polonya'da hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlaline yönelik açık bir risk bulunduğu gerekçesiyle Ocak 2016'da (ilk kez) Hukukun Üstünlüğü Çerçevesi kapsamında inceleme başlatmıştır. Bu süreçte yargı bağımsızlığı, Anayasa Mahkemesi'nin işleyişi ve hakimlerin atanması gibi konularda ciddi endişeler dile getirilmiş ve 2017'de Polonya'ya karşı ilk kez 7. madde (m.7/1) prosedürü başlatılmıştır. Avrupa Komisyonu’na göre, Polonya’daki yargı reformları, yargı erkini iktidardaki çoğunluğun siyasi denetimi altına sokmuştur. Yargı bağımsızlığının ortadan kalkması ise, yatırımların korunmasından Avrupa Tutuklama Müzekkeresinin uygulanmasına ve mahkeme kararlarının karşılıklı tanınmasına kadar birçok alanda, AB hukukunun etkili şekilde uygulanabilirliğine ilişkin ciddi soru işaretleri doğurmuştur. (Bkz. Komisyon)

Uzun yıllar devam eden bu süreçte, Polonya'nın yargı sisteminde yaptığı değişiklikler nedeniyle, AB ile Polonya arasında sürekli gergin bir ortam oluştuğu ifade edilebilecektir. (Tabi bu gerginliğin diğer bir tarafında Macaristan’ın da bulunduğu ifade edilebilir.) Bununla birlikte, 2023 yılından itibaren, Polonya hükümeti yargı reformlarını tersine çevirmek ve AB'nin taleplerine yanıt vermek için adımlar atmaya başlamıştır. Komisyon ise Mayıs 2024'te, bu ilerlemeleri gerekçe göstererek Polonya'ya yönelik hukukun üstünlüğü denetim sürecini sona erdirdiğini duyurmuştur.

Son dönemde ise, hukukun üstünlüğü denetim sürecinin aslında sonlandırılmaması gerektiği üzerinden yorumlar yapılmaktadır. Örnek olarak, hükümetin hâlâ somut reformları hayata geçirmediği vurgulanmakta, yargı bağımsızlığı zayıf olarak nitelendirilmektedir. Ayrıca mültecilerin sınırdaki durumları ve ulusal ceza yasasında geriye dönük yetkileri meşrulaştırmaya yönelik hükümet tasarıları da eleştirilmektedir. Son olarak, Polonya Anayasa Mahkemesinin, AB’nin iklim ve enerji alanındaki tasarruflarının, Polonya Anayasası ile bağdaşmadığı ve bu durumun ulusal egemenlik yetkisinin ihlali olduğuna ilişkin kararıyla birlikte Polonya’nın AB Hukukuna bakışı tekrardan sorgulanmaya başlanmıştır. (Bkz. European ConservativeNotes From Poland ) Hatta bazı değerlendirmelerde, hukukun üstünlüğü mekanizmasının Polonya açısından çok geç başlatıldığı yönünde eleştiriler de dile getirilmektedir. (Bkz. Verfassunsblog)

Bu bağlamda, aslında eleştirinin odağında AB kurumları bulunmaktadır. Nitekim, kimi ifadelere göre, AB tarafında Prosedürün sona erdirilmesi yönündeki acele, büyük ölçüde eski Zirve Başkanı olan Donald Tusk liderliğinde göreve gelen Polonya'nın yeni hükümetinin verdiği "taahhütlere" dayanmıştır. Hükümet, bu yönde bir eylem planı hazırlamışsa da somut önlemlerin aslında hayata geçirilmediği vurgulanmaktadır. (Bkz. HRW)

Nitekim, 2023 yılı Komisyon raporunda, Polonya’da özellikle yargı bağımsızlığı konusunda hâlâ atılması gereken önemli adımlar bulunduğu açıkça vurgulanmıştır. Buna göre, Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD), Polonya’daki hâkimlere yönelik disiplin rejimi bağlamında AB’nin yargı bağımsızlığına ilişkin standartlarını netleştirmiş olsa da ülkede yargının bağımsızlığına dair kamuoyundaki algı oldukça düşüktür. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu konudaki kesin hükümleri ve geçici tedbirlerinin uygulanmaması da ciddi endişelere yol açmaktadır. Ulusal Yargı Konseyi’nin bağımsızlığı konusundaki sorunlar sürmekte, ayrıca Yargıtay’ın Birinci Başkanı da dahil olmak üzere bazı üyelerinin yasayla kurulmuş bir mahkeme ilkesine uygunluğu tartışmalı halde bulunmaktadır. (Bkz. Komisyon 2023 Raporu/Polonya)

Her ne kadar Polonya’nın bazı alanlarda sınırlı ilerleme kaydettiği 2024 Hukukun Üstlüğü Raporu'nda ortaya konmuş olsa da sürecin bu gelişmelere kıyasla oldukça hızlı bir şekilde sonlandırılmış olabileceği yönünde soru işaretleri bulunmaktadır. Raporda, 7. madde prosedürünün sona erdiği belirtilmekle birlikte, bazı başlıklarda hâlâ ilave adımlar atılması gerektiği de açıkça ifade edilmiştir. Bu durum, hukukun üstünlüğü süreci henüz tam anlamıyla tamamlanmamışken, prosedürün kapatılmasının aceleci bir karar olup olmadığına dair tartışmaları beraberinde getirmektedir. (Bkz. Komisyon 2024 Raporu/Polonya)

Sonuç

AB değerlerinin korunması amacıyla, Polonya örneğinde, bazı anayasal ve kurumsal adımlar atılmış olsa da hukukun üstünlüğünü korumaya yönelik mevcut mekanizmaların genel işleyişi iki açıdan ve bütüncül olarak değerlendirilmelidir.

Birincisi, 7. madde prosedürü, ilerleyebilmesi için belirli bir oranda çoğunluk (ve ciddi ihlal aşamasında) oybirliği gerektirmektedir. Bu durum, özellikle Macaristan gibi benzer ihlallerle suçlanan bazı üye devletlerin birbirini koruyabilecek bir ittifak ilişkisi kurmasına imkân tanımaktadır. Böylelikle prosedür, hukuki niteliğinden saparak siyasi etkilere açık bir araç hâline gelebilmektedir. Ayrıca, bu prosedür, çoğu zaman AB kurumları ile ilgili üye devlet arasında siyasi gerilim yaratma potansiyeli taşımaktadır. Bu nedenle, AB tarafından ortaya koyulan diğer hukukun üstünlüğü araçları ve bu araçların kademeli biçimde uygulanması, mekanizmanın etkinliği ve AB ile üye devlet arasındaki uzlaşı açısından büyük önem taşımaktadır.

İkincisi, prosedürlerin fazla uzun sürmesi, denetim mekanizmasının etkisini yitirmesine yol açabilir. Nitekim Polonya örneğinde de görüldüğü üzere, süreç 2016’dan bu yana inişli çıkışlı biçimde ilerlemiş ve büyük ölçüde sürüncemede kalmıştır. Öte yandan, aşırı hızlı işleyen bir hukuki sürecin de ulusal egemenlik hassasiyetlerini tetikleme riski bulunmaktadır. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin bu tür süreçleri ne gereksiz yere uzatması ne de aceleci biçimde sonlandırması gerekir. Üye devletlerde bir egemenlik krizine yol açmaksızın, teknik olarak hukukun üstünlüğü ilkesine uyum sağlanması hedeflenmelidir. Bu bağlamda hem zamanlama hem de uygulama yöntemi açısından mekanizmanın işlerliğinin yeniden değerlendirilmesi gerektiği yönünde tartışmalar gündeme gelmektedir.


05 May 2025

Malta’nın Altın Pasaport / Yatırım Yoluyla Vatandaşlık Programı Avrupa Birliği Hukukunu İhlal Ediyor: Commission v Malta (C-181/23) Kararı

Görsel: OpenAI DALL·E ile oluşturulmuştur.


İlke Göçmen, Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Avrupa Birliği Hukuku Anabilim Dalı / Jean Monnet Chair (2019-2022) / The Alexander von Humboldt Foundation – Georg Forster Research Fellow for Sustainable Development (2023-2024)

Giriş

Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD), 29 Nisan 2025 tarihinde Commission v Malta (C-181/23) davasındaki kararını açıklamıştır. Bu dava, ana hatlarıyla, bir üye devlet (Malta) vatandaşlığının ve dolayısıyla da Birlik vatandaşlığının kazanılmasıyla ilgilidir. ABAD, 1990’lı yıllardan bu yana, şu tespitte bulunmaktadır: “Her bir üye devlet, AB hukukunu gereği gibi dikkate alarak, vatandaşlığın kazanılmasına ve kaybına ilişkin koşulları belirler”. 2010’lu yıllardan bu yana da ABAD, bir üye devlet vatandaşlığının kaybı ile birlikte Birlik vatandaşlığının da kaybı yönünden “AB hukukunu gereği gibi dikkate almak” ifadesinin içini pey der pey doldurmaktadır. Bununla birlikte, ABAD, ilk kez Commission v Malta kararı ile birlikte bir üye devlet vatandaşlığının kazanılması ile birlikte Birlik vatandaşlığının da kazanılması yönünden aynı ifadenin sonuçlarına değinmiştir. Başka bir ifadeyle, bu karar neticesinde AB hukuku, bir üye devlet vatandaşlığının kazanılmasının çerçevesini çizmeye başlamıştır.   

Bu blog postta önce Birlik vatandaşlığı ile ilgili mevzuata ve içtihat hukukuna yer verilecek, sonra Commission v Malta davasının arka planı ortaya konacak, daha sonra ABAD’ın kararı ele alınacaktır.

1. Birlik Vatandaşlığı ve İlgili İçtihat Hukuku

1.1. Birlik Vatandaşlığının Kurucu Antlaşmalardaki Tarihsel Gelişimi

Birlik vatandaşlığı, Avrupa bütünleşmesinin en başında bulunmamakla birlikte 1990’lı yıllarla AB hukukunun bir parçası haline getirilmiştir. Avrupa Ekonomik Topluluğu Antlaşması (1958) ile üye devletler arasında bir ortak pazar kurmak tasarlanmıştı. Ortak pazar; malların ve sermayenin yanı sıra kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımını öngörmekteydi. Kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımı ise işçilerin, iş kuranların, hizmet sunanların ve hizmet alanların serbest dolaşımı anlamına gelmekteydi. Eğer gerçek kişiler bu serbest dolaşımdan yararlanmaktaysa “bir üye devlet vatandaşı” olmaları aranmaktaydı (örneğin bkz. FKP Scorpio Konzertproduktionen, para. 67-69). Maastricht Antlaşması (1993) ile birlikte ise Birlik vatandaşlığı tesis edilmiştir ve “bir üye devletin vatandaşı olan herkes Birlik vatandaşıdır” hükmü getirilmiştir (Avrupa Topluluğu Antlaşması md. 8(1)).

Birlik vatandaşlığı, kurucu antlaşma seviyesinde, Maastricht Antlaşması’ndan bu yana esaslı bir değişiklik geçirmemiş olup Lizbon Antlaşması (2009) sonrasında şu şekilde düzenlenmektedir. Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma (ABİHA) md. 20 uyarınca:

“1. Bu Antlaşma ile Birlik vatandaşlığı tesis edilmiştir. Bir üye devletin vatandaşı olan herkes Birlik vatandaşıdır. Birlik vatandaşlığı ulusal vatandaşlığın yerini almayıp ona ilavedir.

2. Birlik vatandaşları, Antlaşmalar’da öngörülen haklardan yararlanır ve yükümlülüklere tabi olur. Birlik vatandaşları, diğer hakların yanı sıra, aşağıdaki haklara sahiptir:

a) üye devletlerin topraklarında serbestçe dolaşma ve ikamet etme hakkı,

b) ikamet ettikleri üye devlette, o devletin vatandaşlarıyla aynı şartlarda, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ve yerel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı,

c) uyruğu olduğu üye devletin temsil edilmediği üçüncü bir ülkenin topraklarında, üye devletlerden herhangi birinin diplomatik veya konsolosluk makamlarınca, o üye devletin uyruklarıyla aynı şartlarda korunma hakkı,

d) Avrupa Parlamentosuna dilekçe verme, Avrupa Ombudsmanına başvurma ve Birlik kurumlarına ve danışma organlarına Antlaşmalar’ın dillerinden birinde başvurma ve aynı dilde cevap alma hakkı.

Bu haklar, Antlaşmalar’da belirlenen şartlar ve sınırlar çerçevesinde ve bu Antlaşmalar’a uygun olarak kabul edilmiş tedbirler vasıtasıyla kullanılır.”

1.2. İçtihat Hukukunda İlk Adımlar

Micheletti and Others kararı (1992), üye devlet vatandaşlığı (ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığı) ile ilgili ilk karar olmuştur. Bay Micheletti, hem Arjantin hem İtalya vatandaşı olup, AB ortak pazar hukuku altındaki iş kurma hakkı (bir başka üye devlette istikrarlı ve devamlı olarak ekonomik etkinlik yürütmek) çerçevesinde İspanya’da diş hekimi olarak iş kurmak istemiştir. Bay Micheletti’ye göre kendisi AB üyesi devletlerden birinin (İtalya’nın) vatandaşlığına sahip olduğu için AB hukuku çerçevesinde iş kurma hakkından yararlanabilir. İspanya’ya göre ise Bay Micheletti iş kurma hakkından yararlanamaz, çünkü mutat ikâmetgahı esas alındığında kendisi İtalyan değil Arjantin vatandaşı sayılmalıdır. ABAD’a göre “her bir üye devlet, [AB] hukukunu gereği gibi dikkate alarak, vatandaşlığın kazanılmasına ve kaybına ilişkin koşulları belirler” (para. 10). Dahası, bir üye devlet (İspanya), bir başka üye devlet (İtalya) tarafından verilen vatandaşlığı tanımak için (mutat ikâmetgah gibi) ek koşullar getiremez (para. 10).

Maastricht Antlaşması (1993) ile tesis edilen “Birlik vatandaşlığı”, vatandaşlığın kazanılması ve kaybı yönünden, ABAD kararlarında bir değişikliğe yol açmamıştır. Bu yönden, ABAD, Kaur kararında (2001), Micheletti and Others kararına atıfla, aynı tespitini yinelemiştir: “Her bir üye devlet, [AB] hukukunu gereği gibi dikkate alarak, vatandaşlığın kazanılmasına ve kaybına ilişkin koşulları belirler” (para. 19). Dolayısıyla, içtihat hukukunda açıklığa kavuşmayı bekleyen husus, artık, “AB hukukunu gereği gibi dikkate alarak” ifadesi olmaya başlamıştır.

1.3. İçtihat Hukukunda Sonraki Adımlar

Bu ifadenin içi, ilk kez, Rottmann kararı (2010) ile birlikte doldurulmuştur. Burada, bir kişi bir üye devlet vatandaşlığı ile birlikte Birlik vatandaşlığını da kaybetmektedir. Bay Rottmann, Avusturya vatandaşı iken 1998 yılında Almanya vatandaşlığı için başvuru yapmış ve 1999 yılında bu vatandaşlığa kabul edilmiştir. Bay Rottmann, aynı zamanda, Avusturya hukuku uyarınca otomatik olarak Avusturya vatandaşlığını kaybetmiştir. İlgili Alman makamları, 2000 yılında Bay Rotmann’ın Almanya vatandaşlığı başvurusunda hile yaptığı gerekçesiyle vatandaşlığa kabul kararını geriye dönük olarak kaldırmıştır. Bu karar, Bay Rottmann’ın açtığı iptal davası nedeniyle henüz nihai hale gelmediyse de, nihai hale gelirse Bay Rottmann vatandaşlığı olmayan bir kişiye dönüşecektir.

ABAD, bu arka planda, “AB hukukunu gereği gibi dikkate alarak” ifadesini açıklığa kavuşturmuştur. Ona göre bir üye devlet vatandaşlığının ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığının kaybı AB hukukunun kapsamı içinde kalır (para. 42). Dolayısıyla, “üye devletler, vatandaşlık alanındaki yetkilerini kullanırken [AB] hukukunu gereği gibi dikkate almalıdır” (para. 45). Bu yönden, Birlik vatandaşlığının kaybına neden olan bir karar, orantılılık ilkesi gereği, ilgili kişinin durumu açısından yol açtığı sonuçların AB hukuku ışığında değerlendirilmesini gerektirir (para. 55). Spesifik olarak, böyle bir karar, hem ilgili kişi hem de alakalı olduğunda aile üyeleri açısından her Birlik vatandaşının yararlandığı hakların kaybı yönünden incelenmelidir (para. 56). Bir üye devlet (Almanya), sırf ilgili kişi (Bay Rottmann) köken üye devletinin (Avusturya’nın) vatandaşlığını yeniden kazanamadı diye onu kendi vatandaşlığında tutmaya devam etmek zorunda olmasa bile, orantılılık ilkesi gereği, bu kişiye ilgili vatandaşlığı yeniden kazanmayı deneyebilmesi için makul süre vermelidir (para. 57-58). Sonuç olarak, bir üye devlet, vatandaşlığa kabul kararını hileli başvuru halinde geri alabilir, ancak geri alma kararı AB hukuku uyarınca orantılılık ilkesine uygun olmalıdır (para. 59).

Rottmann kararı (2010) ile birlikte Birlik vatandaşlığı ile ilgili kararlar, daha çok, üye devlet vatandaşlığının ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığının kaybı ekseninde ilerlemeye başlamıştır. Konuyla ilgili olarak Tjebbes (C-221/17) kararı (2019) (para. 48), JY (C-118/20) kararı (2022) (para. 44 ve 74), X (C-689/21) kararı (2023) (para. 59) ve Yaşayan Avrupa Birliği Hukuku blogunda incelediğim S.Ö. and Others (C‑684-686/22) kararı (2024) (para. 34) aracılığıyla içtihat hukuku oldukça gelişmiştir. Buna karşın, Commission v Malta kararı, bir üye devlet vatandaşlığının kazanılması ile birlikte Birlik vatandaşlığının da kazanılması ile alakalı ilk karar olmuştur.

2. Commission v Malta Davasının Arka Planı

Commission v Malta davasının arka planı şöyle toparlanabilir (para. 28-40). Malta, 2014 yılında, “altın pasaport” olarak da adlandırılabildiği üzere, bir yatırım yoluyla vatandaşlık programı başlatmıştır. Bu program sayesinde yabancılar, Malta hukuku ile belirlenmiş birtakım ödemeler ve yatırımlar karşılığında Malta vatandaşlığı elde edebilmektedir. Komisyon, işbu programı öğrendikten sonra Malta ile önce diyalog kurmuş, sonra Malta’ya karşı AB hukukunun ihlali prosedürünü başlatmıştır:

(i) 1 Nisan 2020 tarihinde Komisyon, bir mektup aracılığıyla, 2014 yatırım yoluyla vatandaşlık programının, Birlik vatandaşlığının ‘satışını’ içerdiğinden, Birlik vatandaşlığı ile birlikte dürüst işbirliği ilkesini ihlal edebileceğini Malta’ya iletmiştir.

(ii) 20 Ekim 2020 tarihinde Komisyon, bu kez bir resmi bildirim mektubu aracılığıyla, 2014 yatırım yoluyla vatandaşlık programının ABİHA md. 20 ile AB Antlaşması md. 4(3) (yani sırasıyla Birlik vatandaşlığı ve dürüst işbirliği ilkesi ile ilgili maddeler) ile uyumsuz olduğu endişelerini Malta’ya iletmiştir.

(iii) 18 Aralık 2020 tarihinde Malta, işbu resmi bildirim mektubuna cevaben, Malta vatandaşlığının kazanılması ile ilgili hukukunu gözden geçireceğini Komisyona iletmiştir. Malta, bu arada 2014 programının yerine 2020 yatırım yoluyla vatandaşlık programını getirmiştir.

(iv) 9 Haziran 2021 tarihinde Komisyon, ek bir resmi bildirim mektubu aracılığıyla, 2020 yatırım yoluyla vatandaşlık programının da 2014 programının ticari niteliğini devam ettirdiğini, dolayısıyla ABİHA md. 20 ile AB Antlaşması md. 4(3) ile uyumsuz olduğu endişelerini Malta’ya iletmiştir.

(v) 6 Ağustos 2021 tarihinde Malta, işbu resmi bildirim mektubuna cevaben, Komisyonun pozisyonunun yetkilendirilme ilkesi (kısaca AB Antlaşması md. 5(2)’deki “Birlik, … ancak üye devletler tarafından … kendisine verilen yetkilerin sınırları dahilinde hareket eder” kuralı) ile uyumsuz olduğunu, bu yönden vatandaşlık konusunun üye devlet egemenlik alanı içinde kaldığını Komisyona iletmiştir.

(vi) 6 Nisan 2022 tarihinde Komisyon, bir gerekçeli görüş aracılığıyla, hem 2014 hem de 2020 yatırım yoluyla vatandaşlık programlarının ABİHA md. 20 ile AB Antlaşması md. 4(3)’e aykırı olduğunu Malta’ya ileterek AB hukuku ile uyumlu gerekli önlemleri almak için iki ay süre vermiştir.

(vii) 6 Haziran 2022 tarihinde Malta, işbu gerekçeli görüşe cevaben, Komisyonun tutumuna katılmadığını ona iletmiştir.

(viii) 21 Mart 2023 tarihinde Komisyon, 2014 programının AB hukukunu ihlal ettiğini düşündüğü hükümlerinin, esas itibariyle, 2020 programında da tekrarlandığını belirterek Malta’nın 2020 yatırım yoluyla vatandaşlık programına karşı ABİHA md. 20 ile AB Antlaşması md. 4(3)’e aykırılık iddiasıyla ihlal davası açmıştır.

3. Commission v Malta Kararı

ABAD, Commission v Malta kararında konuya önce ilkesel olarak, sonra somut uyuşmazlık özelinde yaklaşmıştır.

Konuya ilkesel olarak yaklaştığında, ABAD, ana hatlarıyla şu tespitlerde bulunmuştur. İlk olarak, yerleşik içtihat hukuku uyarınca: “Kendi vatandaşlığının verilmesi ve kaybedilmesi koşullarını belirlemek, uluslararası hukuku gereği gibi dikkate alarak, her bir üye devlete düşmekle birlikte, bu yetkiler AB hukuku gereği gibi dikkate alınarak kullanılmalıdır” (para. 81).

ABAD, ikinci olarak, Birlik vatandaşlığı ile bağlantılı birtakım kurucu antlaşma maddelerine, onlarla ilgili içtihat hukukuna da atıf vermek suretiyle, arka arkaya değinerek birtakım çıkarımlarda bulunmuştur (para. 84–90):

(i)  AB Antlaşması md. 3(2) uyarınca: “Birlik, vatandaşlarına, … kişilerin serbest dolaşımının sağlandığı, iç sınırların olmadığı bir özgürlük, güvenlik ve adalet alanı sunar.”

(ii) ABİHA md. 21(1) uyarınca: “Her Birlik vatandaşı, … üye devletlerin ülkelerinde serbestçe dolaşma ve ikamet etme hakkına sahiptir.”

(iii) ABİHA md. 45, 49 ve 56 uyarınca Birlik vatandaşları, sırasıyla, işçilerin serbest dolaşımından, iş kurma hakkından ve hizmetlerin serbest dolaşımından yararlanabilir.

(iv) AB Antlaşması md. 10 ve 11 ile ABİHA md. 20, 22 ve 24 uyarınca Birlik vatandaşları, örneğin Avrupa Parlamentosuna dilekçe verebilmek gibi, AB’nin demokratik hayatına katılımlarını sağlayan birtakım siyasi haklara sahiptir.

(v) ABİHA md. 23 uyarınca Birlik vatandaşları, üçüncü ülkelerde üye devletlerden herhangi birinin diplomatik veya konsolosluk makamlarınca korunma hakkına sahiptir.

O halde, “bir üye devletin vatandaşlık verilmesine ilişkin koşulları belirleme yetkisini kullanması, ortak bir hukuk düzeni olarak [AB’nin] işleyişi üstünde sonuçlar doğurur” (para. 89). Ayrıca, yukarıdaki çeşitli haklar ışığında, “Birlik vatandaşlığına ilişkin hükümler, … [AB’nin] kendisinin varlık sebebi (raison d’être) olan bütünleşme sürecinin uygulanmasına katkı yapacak şekilde yapılandırılmış olarak kurucu antlaşmaların temel hükümleri arasında yer alır ve dolayısıyla [AB’nin] anayasal çerçevesinin ayrılmaz bir parçasını oluşturur” (para. 91). Ayrıca, “Birlik vatandaşlığı, bütünleşme sürecinin temelini oluşturan dayanışmanın başlıca somut ifadelerinden biridir ve … spesifik bir hukuk sistemi olarak [AB’nin] kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır” (para. 93).

ABAD, üçüncü olarak, dürüst işbirliği ilkesinden bahsetmiştir. AB Antlaşması md. 4(3) uyarınca üye devletler, diğerlerinin yanı sıra, “[AB’nin] hedeflerine ulaşmayı tehlikeye düşürebilecek her türlü önlemden kaçınır” (para. 94).

O halde, “bir üye devletin vatandaşlık verilmesine ilişkin koşulları belirleme yetkisini kullanması … sınırsız değildir” ve hiçbir üye devlet, “bu yetkiyi, Birlik vatandaşlığının doğasıyla açıkça bağdaşmayan bir biçimde kullanmamalıdır” (para. 95). Bu bakımdan, “bir üye devletin vatandaşlık bağının temeli, o devlet ile vatandaşları arasındaki dayanışma ve iyi niyet özel ilişkisi … tarafından oluşturulur” (para. 96). Bu tür dayanışma ve iyi niyet özel ilişkisinin tesisi bakımından, “her üye devlet, bu kriterlerin AB hukukuna uygun olarak uygulanması şartıyla, uygulanacak kriterlerin seçiminde geniş bir takdir yetkisine sahiptir” (para. 98). Bununla birlikte, bir üye devlet, “vatandaşlığın esas olarak önceden belirlenmiş ödemeler ve yatırımlar karşılığında verildiği … ticari nitelikli prosedüre dayalı bir vatandaşlık programı kurduğunda ve uyguladığında … dayanışma ve iyi niyet özel ilişkisi gerekliliğini açıkça göz ardı eder” (para. 99). Bu tür bir program, “Birlik vatandaşlığının verilmesinin ticarileştirilmesi anlamına gelir ki bu da Antlaşmalardan kaynaklanan temel statü kavramıyla bağdaşmaz” (para. 100).

Konuya somut uyuşmazlık özelinde yaklaştığında, ABAD, birtakım ön tespitleri takiben dört hat üzerinden hareket etmiştir. Ön tespit olarak, Malta’nın 2020 yatırım yoluyla vatandaşlık programının koşulları, ana hatlarıyla, şu şekildedir (para. 102):

(i) Malta’ya 600.000 Avro veya 750.000 Avro tutarında katkı payı ödenmelidir.

(ii) Asgari değeri 700.000 Avro olan bir konut satın alınmalıdır veya alternatif olarak bu konut asgari 5 yıllık bir süre boyunca yıllık en az 16.000 Avro’ya kiralanmalıdır.

(iii) İlgili bir yere en az 10.000 Avro bağış yapılmalıdır.

(iv) Malta’da 36 aylık bir süre için hukuka uygun ikamet edilmelidir, ancak ilave 150.000 Avroluk bir katkı halinde bu süre 12 aya indirilebilir.

(v) Vatandaşlığa kabul edilebilirlik doğrulanmalıdır.

İlk olarak, yukarıdaki ilk üç koşul, yani önceden belirlenmiş ödemeler ve yatırımlar 2020 programında kilit bir yer tutmakta olup bu da vatandaşlığın verilmesinin ticarileştirildiğine işaret etmektedir (para. 103). Ayrıca, 2020 programındaki diğer koşullar varılan bu sonucu değiştirmeye yetmemektedir. Bu yönden, ikinci olarak, dördüncü koşul, Malta’nın ülkesinde oldukça sınırlı bir hukuka uygun ikamet etmek yeterli sayıldığı için, özellikle ilk üç koşul karşısında, vatandaşlığın verilmesinde esaslı bir kriter oluşturuyor olmasa gerekir (para. 108). Üçüncü olarak, beşinci koşul, esas olarak, Malta’nın kamu güvenliği ve ulusal güvenlik gibi birtakım kamu çıkarı hedeflerini zayıflatmamak amacıyla getirilmiş olup vatandaşlığın verilmesinin ticarileştirilmesini ortadan kaldırmamaktadır (para. 113). Dördüncü olarak, 2020 programı, yetkili ajansların web sitelerinde “potansiyel başvuru sahiplerine ‘[AB’nin] 27 ülkesinden herhangi birinde ikamet etme, eğitim görme ve çalışma hakkı’ sunuyoruz” şeklinde tanıtılmıştır (para. 119). Başka bir ifadeyle, Malta, 2020 programını “Birlik vatandaşlığından kaynaklanan faydaları sunan bir vatandaşlık programı olarak kamuoyuna sunmuştur” (para. 120).

Sonuç olarak, Malta’nın 2020 yatırım yoluyla vatandaşlık programı, önceden belirlenmiş ödemeler ve yatırımlar karşılığında ticari nitelikli prosedüre dayalı bir vatandaşlık programı kurmakta olup bir üye devlet ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığının verilmesinin ticarileştirilmesi anlamına gelir, ki bu nedenle de Malta ABİHA md. 20 ve AB Antlaşması md. 4(3) (yani sırasıyla Birlik vatandaşlığı ve dürüst işbirliği ilkesi ile ilgili maddeler) kaynaklı yükümlülüklerini yerine getirmemektedir (para. 121).

Sonuç

Commission v Malta (C-181/23) kararı, bir üye devlet vatandaşlığının kazanılması ile birlikte Birlik vatandaşlığının da kazanılması ile AB hukuku arasındaki ilişkiye açıkça değinen ilk karar olmuştur. ABAD, 1990’lı yıllardan bu yana şu tespitte bulunmaktaydı: “Her bir üye devlet, AB hukukunu gereği gibi dikkate alarak, vatandaşlığın kazanılmasına ve kaybına ilişkin koşulları belirler”. Bununla birlikte, “AB hukukunu gereği gibi dikkate almak” ifadesinin sonuçları, bir üye devlet vatandaşlığının kazanılması söz konusu olduğunda, işbu karara kadar bilinmemekteydi.

ABAD önündeki görüşler incelendiğinde konuyla ilgili tutum farklılıkları kendisini açıkça göstermektedir:

(i) Komisyona göre AB hukuku, bir üye devlet vatandaşlığının kazanılması açısından, “ilgili devlet ile başvurucu arasında bir gerçek bağ” olmasını gerektirir, örneğin fiilen ikamet etme koşulu böyle bir bağı tesis etmek için araçlardan birisi olarak görülebilir (para. 46, 54).

(ii) Hukuk Sözcüsü Collins’in 4 Ekim 2024 tarihli Görüşüne göre ise “bir üye devletin vatandaşlık verme veya geri alma konusundaki egemen ayrıcalığının kullanımı sınırsız değildir ve hem AB hukuku hem de uluslararası hukuk, ilke olarak, bu kullanımı kısıtlayabilir” (para. 49). Örneğin, “AB hukukunun kötüye veya hileli kullanılamayacağı hukukun genel ilkesi” bu bağlamda da gündeme getirilebilir (para. 51). Bununla birlikte, somut uyuşmazlıkta, Komisyonun iddia ettiği gibi, AB hukuku, vatandaşlığın verilmesi için AB hukukunun bir üye devlet ile bir birey arasında herhangi bir ‘gerçek’ bağın varlığını gerektirmez (para. 58).

(iii) Malta’ya göre bir üye devletin vatandaşlık vermekteki münhasır yetkisini tehlikeye atmamak adına, yalnızca, “bir üye devletin vatandaşlığa kabul politikasının, genel ve sistematik bir şekilde, [AB’nin] değerlerini ve hedeflerini ciddi ihlali durumunda, bu politikanın AB hukukuna aykırı olduğu kabul edilmelidir” (para. 66).

(iv) ABAD’a göre ise Malta’nın argümanı açık olarak ret edilmelidir (para. 82). Bir üye devlet vatandaşlık verilmesine ilişkin koşulları belirleme yetkisini “Birlik vatandaşlığının doğasıyla açıkça bağdaşmayan bir biçimde kullanmamalı” olup “bir üye devletin vatandaşlık bağının temeli, o devlet ile vatandaşları arasındaki dayanışma ve iyi niyet özel ilişkisi … tarafından oluşturulur” (para. 95–96). Bu arka planda, “Birlik vatandaşlığının verilmesinin ticarileştirilmesi … Antlaşmalardan kaynaklanan temel statü kavramıyla bağdaşmaz” (para. 100). Böylelikle ABAD, hem Hukuk Sözcüsü Collins’in görüşünü takip etmemiştir hem de Komisyonun argümanını örtülü olarak reddetmiştir.

Konuyla ilgili tutum farklılıkları, dahası, literatüre bakılıp Commission v Malta kararı ile ilgili yazılanlar incelendiğinde de kendisini açıkça göstermektedir:

(i) Bir ön tespit olarak, Stephen Coutts’un iyi bir biçimde özetlediği üzere: ABAD “anayasal bir tercihle karşı karşıyadır: Birlik vatandaşlığının anayasal mantığı, hukuki materyallerin desteklemediği, bazı ortak üyelik kriterlerine doğru itme kuvveti uygulamaktadır. … Bu kriterleri vazetmeyi seçmek … açıkça hakimler liderliğindeki bir gelişme olacağı için anayasal soruları da beraberinde getirecektir”.

(ii) Kimilerine göre, ABAD bir üye devlet vatandaşlığının kazanılması ile birlikte Birlik vatandaşlığının da kazanılması konusunu, buna yönelik hukuki düzenlemelerin yokluğunda, ana hatlarıyla üye devletlere ait bir mesele olarak konumlandırmalıydı. Örneğin Martijn van den Brink’e göre yatırım yoluyla vatandaşlığın ahlaki olarak haklı veya siyasi olarak ihtiyatlı olup olmadığı bir başka mesele olmakla birlikte, hukuki açıdan ABAD, Hukuk Sözcüsü Collins’in görüşünü takip etmelidir, aksi halde anayasayı çiğnemekle karşı karşıya kalabilir.

(iii) Kimilerine göreyse, ABAD bir üye devlet vatandaşlığının kazanılması ile birlikte Birlik vatandaşlığının da kazanılması konusunu, buna yönelik açık hukuki düzenlemeler olmasa bile, ana hatlarıyla AB hukuku ile çevrelenmiş bir mesele olarak konumlandırmalıydı. Örneğin Merijn Chamon’a göre “… bir üye devletin, AB hukuku uyarınca, ulusal vatandaşlık vermekte sınırsız takdir yetkisine sahip olmadığı ilkesi tamamen savunulabilir görünmektedir”.

Her hâlükârda, Commission v Malta kararı, gerekçelendirmesi kimilerince beğenilse (Simon Cox ve Emanuela De Falco) ve kimilerince beğenilmese (Steve Peers & Guillermo Íñiguez) bile, AB hukukunun bir üye devlet vatandaşlığının kazanılmasının çerçevesini çizeceğini ortaya koymuştur. Bu da birçok yeni soruya kapı aralamıştır:

(i) Bir yandan bu karar hukuki sonuçları itibariyle netleştirilmeyi beklemektedir: Malta özelinde, örneğin Malta’nın 2014 ve 2020 yatırım yoluyla vatandaşlık programları ile verilen vatandaşlıkların geri alınıp alınmayacağı bir soru işareti oluşturabilir. AB üyesi devletlerden diğerleri, özellikle de Malta’nınki ile benzer vatandaşlık programlarına sahip olanlar bakımından ise, örneğin kendi benzer vatandaşlık programlarını sona erdirip erdirmeyecekleri gündeme getirilebilir.

(ii) Diğer yandan bu karar, bir üye devlet vatandaşlığının ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığının kazanılması ile ilgili test itibariyle netleştirilmeyi beklemektedir: Örneğin, Birlik vatandaşlığının verilmesinin ticarileştirilmesi ne zaman gerçekleşmiş sayılacaktır? Örneğin, başka hangi kriterler dayanışma ve iyi niyet özel ilişkisi gerekliliğini açıkça göz ardı edecek, dolayısıyla AB hukukuna aykırılık taşıyacaktır?

Commission v Malta kararı, bir üye devlet vatandaşlığının kazanılması ile birlikte Birlik vatandaşlığının da kazanılmasının AB hukuku ışığındaki sınırlarını çizen ilk karar olmuşsa da, çok büyük ihtimalle, son karar olmayacaktır. Bunun yanı sıra, karar, anayasal bağlamdaki yansımaları göz önünde bulundurulduğunda, tartışmalı olmaya devam edecektir.

 

Bu yazıya atıf için: İlke Göçmen, “Malta’nın Altın Pasaport / Yatırım Yoluyla Vatandaşlık Programı Avrupa Birliği Hukukunu İhlal Ediyor: Commission v Malta (C-181/23) Kararı”, Yaşayan Avrupa Birliği Hukuku Blogu, 5/5/2025, Link: <https://yasayanabhukuku.blogspot.com/2025/05/C-181-23.html>


Bu yazıyı faydalı buldunuz mu? Hiç bir içeriği kaçırmayın bizi takip edin.

 


10 April 2025

Avro’nun Elektronik Cüzdanlara Girişi: Dijital Avro Projesi

 


Emriye Özlem Şeker, Dr. Öğretim Üyesi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Avrupa Birliği Hukuku Anabilim Dalı

 

Fotoğraf: www.gi-de.com

 

Giriş

Dijital Euro, Avrupa Merkez Bankası (AMB) tarafından araştırma aşaması 2021 yılında başlatılan ve 2023 yılında Avrupa Komisyonu tarafından yasal önerileri sunulan, Avro Bölgesi için tamamlayıcı bir ödeme aracı projesidir. Kasım 2023’te başlatılan iki yıllık hazırlık aşaması halen devam etmektedir. Merkez bankası destekli bir dijital para olması nedeniyle, Dijital Avro hem finansal hem de hukuki yönleriyle ilgi çekmektedir.

Dijital Avro, Avro Bölgesi’ndeki herkes tarafından kullanılabilecek bir tamamlayıcı ödeme aracı olarak tasarlanmaktadır. Avro Bölgesi’nde harcama yapacak Türk vatandaşları tarafından da kullanılabilecek olması, bu projeyi Türkiye açısından da önemli kılmaktadır.

Bu blog yazısı, Dijital Avro projesinin arka planını, içeriğini, yasal dayanağını ve olası geleceğini ele alacaktır.

 

Dijital Avro’nun Arka Planı

Dijital Avro’nun ortaya çıkış nedeni olarak, Avro Bölgesi’ndeki tüketicilerin çevrimiçi ödemelere öncelik vermesi ve nakit kullanımının giderek azalması gösterilmektedir. AMB’nin 2019–2022 dönemine ilişkin tüketici ödeme alışkanlıkları araştırması, çevrimiçi ödemelerin artışı ve nakdin gerilemesini net biçimde ortaya koymuştur. Bu eğilim, tüketicileri kripto varlıklar gibi, kamu otoriteleri tarafından geliştirilmemiş ödeme araçlarına yönlendirmektedir. Ancak bu tür araçların yeterli hukuki güvenlik sağlayamama riski bulunmaktadır. Dijital Avro, merkez bankası güvencesi ile sunulacak bir dijital para olarak, güvenli ve yaygın kabul gören bir ödeme aracı olmayı hedeflemektedir. Ayrıca, AB’nin Genel Veri Koruma Tüzüğü (GDPR) gibi düzenlemeleriyle öngörülen yüksek veri koruma standartlarının, bu dijital ödeme aracında da sağlanması amaçlanmaktadır. Proje, daha geniş anlamda Dijital Avrupa Programı’nın hedeflerini desteklemeyi; Avrupa'nın stratejik özerkliğini ve mali egemenliğini güçlendirmeyi; Visa ve Mastercard gibi Avrupa dışı ödeme hizmeti sağlayıcılarına olan bağımlılığı azaltmayı ve Avro’nun uluslararası finans sistemindeki yerini korumayı da hedeflemektedir.

Dijital Avro’ya benzer merkez bankası dijital para birimleri (CBDC) başka ülkelerce de geliştirilmektedir. Çoğu ülke, AMB gibi, bu sistemleri öncelikle araştırma ve pilot programlar yoluyla değerlendirmektedir. Gelişmiş ekonomiler, azalan nakit kullanımı karşısında kamu parasına dijital bir alternatif geliştirme amacı güderken, gelişmekte olan ülkeler bu sistemleri finansal kapsayıcılığı artırmak ve perakende ödeme sistemlerini iyileştirmek için değerlendirmektedir.

Örneğin, Avro kullanmayan İsveç, “e-krona” araştırma sürecini başlatmıştır. Birleşik Krallık da kamu danışma süreçlerinin ardından Dijital Pound için araştırma aşamasına geçmiştir. Avrupa dışında, Çin 2019’dan itibaren kendi CBDC’si olan e-CNY (e-Yuan)’ı pilot bölgelerde test etmeye başlamış ve bu uygulamayı ülke çapında genişletmektedir. ABD’de ise Dijital Dolar ihtimali hâlâ tartışılmakta, ancak somut bir karar alınmamıştır. Türkiye ise 2020 yılında Dijital Türk Lirası çalışmalarına başlamış; 2023 yılında ise Birinci Faz Değerlendirme Raporu’nu yayımlamıştır.

Dijital Avro projesinin ilk aşaması olan araştırma süreci, Kasım 2021 – Kasım 2023 arasında yürütülmüştür. Bu dönemde dijital paranın tanımı, teknik özellikleri ve tasarım alternatifleri değerlendirilmiştir. Kasım 2023 – Ekim 2025 arasındaki hazırlık aşamasında ise sistem kuralları oluşturulmakta, hizmet sağlayıcılar belirlenmekte, teknik testler yapılmakta ve kullanım senaryoları geliştirilmektedir. Dijital Avro’nun piyasaya sürülmesi, yalnızca bu sürecin tamamlanmasına değil, ilgili AB yasama sürecinin olumlu sonuçlanması ve AMB’nin ihraç kararı almasına bağlıdır.

 

Dijital Avro’nun İçeriği

Dijital Avro’nun, mevcut Avro banknot ve madeni paralarının yerine geçmesi değil, onları tamamlaması amaçlanmaktadır. Diğer dijital ödeme araçlarından farklı olarak, merkez bankası tarafından doğrudan ve güvenceyle sunulacaktır. Avro Bölgesi’ndeki tüm işletmeler ve tacirler, Dijital Avro’yu yasal ödeme aracı olarak kabul etmekle yükümlü olacaktır.

Nakit gibi kamu malı niteliği taşıyan Dijital Avro, kullanıcılar için ücretsiz olacaktır. Ayrıca, internet bağlantısı olmadan (çevrimdışı) da kullanılabilecek olması dikkat çekicidir. AMB, bu sistemin kullanıcı gizliliği açısından nakit ödemeye benzer bir koruma seviyesi sunacağını taahhüt etmektedir. Kullanıcıların kimliklerinin görünmemesi garanti altına alınmakta, böylece ödemeler anonimliğe yakın bir yapı kazanacaktır.
Dijital Avro’nun kullanımı için, kamu bankaları ya da belirlenen kamu kuruluşları (örneğin posta teşkilatları) aracılığıyla Dijital Avro Cüzdanı oluşturulması gerekecektir. Cüzdan, elektronik cihazlara kurulacak ve banka hesabı üzerinden ya da nakit yatırılarak bakiye yüklenecektir. Kullanıcılar, bu aktarımı manuel olarak yapabilecekleri gibi otomatikleştirilmiş şekilde de kullanabileceklerdir.

Dijital Avro ile yapılan ödemelerin, hem çevrimiçi hem de fiziki mağazalarda, güvenli ve anında gerçekleşmesi hedeflenmektedir.

 

Dijital Avro ve AB Hukuku

Avrupa Komisyonu, Dijital Avro’nun yasal zeminine ilişkin yasama sürecini Haziran 2023’te başlatmıştır. Bu kapsamda önerilen yasama paketinde iki tüzük taslağı yer almaktadır: biri Dijital Avro’ya ilişkin hukuki çerçevenin belirlenmesi, diğeri ise Avro nakdinin yasal ödeme aracı olmasına ilişkindir.

Dijital Avro düzenlemeleri için yasal yetki dayanağı, Avrupa Birliğinin İşleyişi Hakkında Antlaşma (ABİHA) madde 133’tür. Bu maddeye göre, Avrupa Parlamentosu ve Konsey, AMB’nin yetkilerine zarar vermeksizin olağan yasama usulüyle Avro’nun kullanımına dair düzenleme yapabilir. Ayrıca ABİHA md. 3/1(c) uyarınca, Avro’yu para birimi olarak kullanan üye devletler için para politikası AB’nin münhasır yetkileri kapsamındadır.
Münhasır yetki alanlarında sadece AB, bağlayıcı yasal düzenleme yapabilir (ABİHA md. 2/1). Bu alanlarda katma yetki ilkesi (Avrupa Birliği Antlaşması-ABA md. 5/3) geçerli değildir; dolayısıyla AB, ulusal seviyeye kıyasla daha etkili olduğunu ayrıca kanıtlama yükümlülüğü taşımaz. Ancak her durumda, orantılılık ilkesi (ABA md. 5/4) gözetilmelidir.
Komisyon, bu ilke kapsamında, mikro işletmeler, kar amacı gütmeyen kuruluşlar ve ticari amaç taşımayan bireylerin Dijital Avro ile ödeme kabul etme yükümlülüğünden muaf tutulacağını belirtmiştir.

Dijital Avro’nun dağıtımı açısından, tüm ödeme hizmeti sağlayıcıları bunu sunabilecek olmakla birlikte, yalnızca kredi kuruluşları, müşterilerinin talebi hâlinde Dijital Avro cüzdanı açmakla yükümlü olacaktır. Bu yükümlülüğün tüm sağlayıcılara genişletilmesi, orantılılık ilkesine aykırı görülmüştür.

İlgili tüzükler olağan yasama usulü (ABİHA md. 294) uyarınca yasalaşacaktır. Bu süreçte Avrupa Parlamentosu’nda Ekonomik ve Parasal İşler Komitesi (ECON); Konsey’de ise
Ekonomi ve Maliye Bakanları Konseyi (ECOFIN) konuyu değerlendirmektedir. Yasama süreci tamamlandıktan sonra, AMB Dijital Avro’nun ihraç edilip edilmeyeceğine karar verecektir. Dijital Avro’nun hayata geçmesi hâlâ birkaç yıl sürebilir.


Dijital Avro’nun Avro alanı dışındaki ülkelerde (Avro kullanmayan AB üyesi devlet veya Türkiye gibi üçüncü ülke) ikamet eden kişiler, işletmeler ve kamu kurumları; yetkili hizmet sağlayıcılar nezdinde Dijital Avro hesapları açarak Dijital Avro’ya erişim sağlayabilir. Bu kullanım için Avro alanı dışındaki AB üyesi devletin merkez bankası ile AMB arasında bir ön anlaşma yapılması gerekmektedir. Benzer şekilde Dijital Avro’nun üçüncü ülke tabiyetindeki kişiler tarafından da kullanılabilmesi için AB ile üçüncü devlet arasında bir ön anlaşma akdedilmesi gerekmektedir. Uluslararası anlaşmaları yapma yetkisi, bu alanın münhasır AB yetkisi olması nedeniyle, sadece AB’ye aittir.

 

Sıradaki Adım

Dijital Avro konusunda yasama süreci Avrupa Parlamentosu ve Konsey tarafından, teknik süreçler ise AMB tarafından yürütülmektedir. Ancak AMB'nin zaman zaman yaşadığı operasyonel sıkıntılar, Avrupa Parlamentosu’nda, bu kurumun Dijital Avro sürecini yeterince etkili yönetip yönetemediği konusunda eleştirilere neden olmaktadır.

Maddi kapsam açısından, Dijital Avro her ne kadar yüksek veri gizliliği taahhüt etse de, bu durumun kara para aklama ve terörün finansmanı ile mücadele hedefleriyle dengelenmesi gerektiği ifade edilmektedir.

Tüm bu yönleriyle Dijital Avro’nun, AB hukuku güvenceleriyle tanıtılan ve çevrimdışı da kullanılabilecek bir dijital para birimi olarak hayata geçirilmesi, yalnızca AB’yi değil, yakın ekonomik ilişkilere sahip Türkiye gibi ülkeleri de etkileyebilecektir.

 

Bu yazıya atıf için: Emriye Özlem Şeker, “Avro’nun Elektronik Cüzdanlara Girişi: Dijital Avro Projesi”, Yaşayan AB Hukuku Blogu, 10/04/2025, Link: https://yasayanabhukuku.blogspot.com/2025/04/avronun-elektronik-cuzdanlara-girisi.html

06 March 2025

Spor Tahkim Mahkemesinin (CAS) Kararlarının Denetimi: Hukuk Sözcüsü Ćapeta’nın Royal Football Club Seraing (C-600/23) Ön Karar Prosedüründeki Görüşü

 

 

Fotoğraf Bilgileri: Eser Sahibi: Fanny Schertzer / Wikimedia Commons

 

İlke Göçmen, Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Avrupa Birliği Hukuku Anabilim Dalı / Jean Monnet Chair (2019-2022) / The Alexander von Humboldt Foundation – Georg Forster Research Fellow for Sustainable Development (2023-2024)


Giriş

Hukuk Sözcüsü (HS) Ćapeta, 16 Ocak 2025 tarihinde Royal Football Club Seraing (C-600/23) ön karar prosedüründe görüşünü açıklamıştır. Somut uyuşmazlıktaki ana meseleyi, Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği’nin (Fédération Internationale de Football Association, “FIFA”) Spor Tahkim Mahkemesi (Court of Arbitration for Sport, “CAS”) dâhil uyuşmazlık çözüm sistemi ile Avrupa Birliği (“AB”) hukuku kapsamındaki etkili yargısal koruma ilkesi arasındaki ilişki oluşturmaktadır (paragraf 2). Basın açıklamasında özetlendiği şekliyle, HS Ćapeta’ya göre CAS kararları, FIFA kurallarının AB hukukuyla uyumluluğunu sağlamak için AB üyesi devlet mahkemeleri (“ulusal mahkemeler”) tarafından denetime açık olmalıdır. Etkili yargısal koruma ilkesi, CAS kararlarına karşı ulusal mahkemeye erişimi veya bu kararların denetimini sınırlandıran türdeki ulusal hukukun önüne geçmelidir.

Peki, HS Ćapeta, bu sonuca nasıl varmaktadır? Bu blog postta Royal Football Club Seraing ön karar prosedürü hakkında birtakım bilgiler verildikten sonra HS Ćapeta’nın görüşü aktarılacaktır.

1. Ön Karar Prosedürü Hakkında Bilgiler

Royal Football Club Seraing ön karar prosedürü hakkında kısaca aşağıdaki bilgiler verilebilir.

Somut uyuşmazlıkta yer alanlar şöyle toparlanabilir (paragraf 3-8). Royal Football Club Seraing, alt liglerdeki Belçika futbol kulüplerinden birisi olup yeni yönetimi aracılığıyla 2013/14 sezonundan itibaren ulusal ve uluslararası başarı istemeye başlamıştır. Doyen Sports, Malta hukukuna tabi olarak kurulmuş bir şirket olup Avrupa’daki futbol kulüplerine finansal destek sunmaktadır. FIFA, İsviçre hukukuna tabi olarak kurulmuş kâr amacı gütmeyen bir birlik olup kendi ülkelerinde futbolun organizasyonu ve kontrolünden sorumlu ulusal birlikleri bir araya getirmektedir. Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (Union européenne des Sociétés de Football Association, “UEFA”) İsviçre hukukuna tabi olarak kurulmuş kâr amacı gütmeyen bir birlik olup Avrupa kıtasındaki ulusal birlikleri bir araya getirmektedir. Belçika Futbol Federasyonu, Belçika hukukuna tabi olarak kurulmuş kâr amacı gütmeyen bir birlik olup UEFA ve FIFA üyesidir.

Uyuşmazlık konusu FIFA kuralları şöyle toparlanabilir (paragraf 9-13). Öncelikle, FIFA’nın “Oyuncuların Statüsü ve Transferi Hakkındaki Düzenlemeler”i (Regulations on the Status and Transfer of Players, “STP Düzenlemeleri”) mevcuttur. STP Düzenlemeleri, ya ulusal birlikler üstünde doğrudan bağlayıcıdır ya da ulusal birlikler tarafından bir iç işleme dönüştürülmeleri gerekmektedir. Ana hatlarıyla, FIFA, 2014 Aralık’ında STP Düzenlemelerinde değişikliğe giderek, 1 Ocak 2015 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere, üçüncü tarafların oyuncuların ekonomik haklarına sahip olmasının (third-party ownership, “TPO”) geçiş dönemini takiben yasaklanmasını öngörmüştür. Üçüncü taraflar, “transfer edilen oyuncu, oyuncuyu birinden diğerine transfer eden iki kulüp veya oyuncunun kayıtlı olduğu önceki kulüpleri dışındaki herhangi bir taraf” olarak tanımlanmıştır. İşbu değişiklik ulusal birlikler tarafından bir iç işleme dönüştürülecektir.

Somut uyuşmazlıktaki gidişatın FIFA uyuşmazlık çözüm sistemi içindeki yönü şöyle özetlenebilir (paragraf 14-21). Seraing kulübü, Doyen Sports şirketi ile ilki 30 Ocak 2015 tarihinde ve üç oyuncu için, ikincisi 7 Temmuz 2015 tarihinde ve bir oyuncu için ekonomik hakların devrine ilişkin iki ayrı sözleşme yapmıştır. 4 Eylül 2015 tarihinde FIFA Disiplin Komitesi, Seraing kulübüne söz konusu iki ayrı sözleşme ile bir üst paragraftaki kuralı ihlal ettiği gerekçesiyle iki yıl oyuncu kaydetme yasağı getirmiştir ve 150.000 İsviçre Frank’ı para cezası vermiştir. 7 Ocak 2016 tarihinde FIFA İtiraz Komitesi, Seraing kulübünün bu karara karşı itirazını geri çevirmiştir. 9 Mart 2016 tarihinde Seraing kulübü bu karara karşı itiraz yoluyla CAS’a gitmiştir. 9 Mart 2017 tarihinde CAS, uygulanabilir hukuk olarak FIFA kurallarını, İsviçre hukukunu ve AB hukukunu (özel olarak iç pazar ve rekabet hukukunu) temel alarak STP Düzenlemelerindeki değişiklikleri hukuka uygun bulmuştur. 15 Mayıs 2017 tarihinde Seraing kulübü bu karara karşı İsviçre Federal Yüksek Mahkemesine iptal başvurusu gerçekleştirmiştir. 20 Şubat 2018 tarihinde bu başvuru geri çevrilmiştir.

Somut uyuşmazlıktaki gidişatın FIFA uyuşmazlık çözüm sistemi dışındaki yönü şöyle özetlenebilir (paragraf 22-37). 3 Nisan 2015 tarihinde Doyen Sports şirketi FIFA, UEFA ve Belçika Futbol Federasyonu’na karşı Belçika Ticaret Mahkemesi nezdinde dava açarak, ana hatlarıyla, STP Düzenlemelerindeki değişikliklerin AB hukukuna (özel olarak iç pazar ve rekabet hukukuna) aykırı olduğunun tespitini talep etmiştir. 8 Temmuz 2015 tarihinde Seraing kulübü işbu davaya katılmıştır. 17 Kasım 2016 tarihinde Belçika Ticaret Mahkemesi, ileri sürülen iddiaları görmekte yetkisinin olmadığına karar vermiştir. 19 Aralık 2016 tarihinde Seraing kulübü Belçika İstinaf Mahkemesi önüne giderek, diğerlerinin yanı sıra, STP Düzenlemelerindeki değişikliklerin AB hukukuna aykırılığı iddiasında bulunmuştur. İşbu dava sürerken bir üst paragraftaki CAS ve İsviçre Federal Yüksek Mahkemesi kararları açıklanmıştır. Bunun üzerine, 12 Aralık 2019 tarihinde Belçika İstinaf Mahkemesi, Belçika hukuku uyarınca, –STP Düzenlemelerindeki değişikliklerin AB hukukuna uygunluğunu da inceleyen– CAS kararının nihai olduğunu ve İsviçre Federal Yüksek Mahkemesi kararı ile birlikte kesin hüküm (res judicata) gücü kazandığına karar vermiştir. Seraing kulübü bu karara karşı temyiz yoluyla Belçika Yargıtayına gitmiş, Belçika Yargıtayı da ön karar prosedürü aracılığıyla ilgili AB hukukunun yorumu talebiyle Avrupa Birliği Adalet Divanına (ABAD) gitmiştir. Seraing kulübü, Doyen Sports şirketi, FIFA, UEFA ve Belçika Futbol Federasyonu’nun yanı sıra Belçika, Almanya, Fransa ve Litvanya hükümetleri ile Avrupa Komisyonu ön karar prosedürüne yazılı görüş sunmuştur. Seraing kulübü, Doyen Sports şirketi, FIFA, UEFA ve Belçika Futbol Federasyonu’nun yanı sıra Belçika, Yunanistan, Fransa, Litvanya ve Hollanda hükümetleri ile Avrupa Komisyonu ön karar prosedürüne sözlü olarak katılmıştır.

2. Hukuk Sözcüsü Ćapeta’nın Görüşü

HS Ćapeta, analizine birtakım genel tespitlerle başlamıştır (paragraf 38-49, 60). Spor, “iyisiyle kötüsüyle, bazen çok etkili ve zengin olan spor örgütlerinin düzenleyici yetkiler kullandığı özerk bir sistem olarak örgütlenmektedir”. Futbol da durum budur ve FIFA en yüksek düzenleyici örgüt olarak hem kulüplerin hem oyuncuların takip etmesi gereken kuralları koymaktadır. Diğer yandan, spor, ekonomik etkinlik oluşturduğu ölçüde, AB iç pazar ve rekabet hukukuna tabidir. FIFA spor kuralları ile ilgili uyuşmazlıklar, CAS’ın münhasır ve zorunlu yetkisiyle, FIFA uyuşmazlık çözüm sistemi aracılığıyla çözülmektedir. CAS kararları, yalnızca İsviçre Federal Yüksek Mahkemesi önüne, o da oldukça sınırlı sebeplerle, götürülebilmektedir. Öyle ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (“AİHM”) Semenya v. Switzerland kararında (§§ 234-240) bu hukuk yolunun temel hak korumasını sağlamaya elverişli olmadığına karar vermiştir. Öte taraftan, AB Temel Haklar Şartı (“ABTHŞ”) md. 47 ile düzenlenen etkili yargısal koruma hakkı, AB hukuku kaynaklı bir hakkın FIFA kuralları veya bu kurallara dayalı kararlar nedeniyle potansiyel ihlali karşısında gündeme gelebilecektir. AB Antlaşması md. 19 uyarınca “Üye devletler, Birlik hukukunun kapsadığı alanlarda etkili hukuki koruma sağlamak için gerekli hukuki başvuru yollarını temin eder”. O halde, üye devletler, AB hukuku kaynaklı bir hakkın ihlal edildiğini iddia eden bir bireyin yasayla kurulmuş, bağımsız ve ön karar prosedürüne başvurma yetkisine sahip bir mahkemeye erişimini sağlamalıdır. CAS veya İsviçre Federal Yüksek Mahkemesi bu tür mahkemeler arasında yer almadığı için, onların FIFA kuralları ile AB hukuku kaynaklı hakların uyumluluğuna yönelik değerlendirmeleri AB hukuku kapsamındaki etkili yargısal koruma gerekliliğini sağlamaz. Ayrıca, somut uyuşmazlıkta, Belçika mahkemeleri, Belçika hukuku uyarınca CAS kararı, İsviçre Federal Yüksek Mahkemesi kararı ile birlikte, kesin hüküm (res judicata) gücü kazandığı için FIFA kurallarının AB hukuku ile uyumluluğunu gözden geçirememiştir. Peki, etkili yargısal koruma ilkesi, Belçika hukukunun bu sonuca yol açan kuralının önüne geçmekte midir? HS Ćapeta’ya göre “cevap dosdoğru bir evet gibi görünmektedir”.

Bu arka planda, HS Ćapeta, özellikle şu soruya yanıt aramıştır: Etkili yargısal koruma ilkesi, AB hukukuna uygunluk incelemesi bir üçüncü ülkenin mahkemesi tarafından yapıldığında, bir tahkim kararına kesin hüküm gücü veren ulusal hukukun önüne geçer mi (paragraf 61)? ABAD, daha önce de tahkim ile AB hukuku arasındaki ilişkiyi yorumlayan kararlar (Nordsee kararı, Eco Swiss kararı ve Achmea kararı) vermekle birlikte, HS Ćapeta’ya göre, FIFA uyuşmazlık çözüm sistemindeki CAS gibi zorunlu tahkimler yönünden spesifik başka bir yorum geliştirilmelidir (paragraf 62-63).

HS Ćapeta, önce, tahkim ile AB hukuku arasındaki ilişkiyi yorumlayan kararlar ile mevcut uyuşmazlıktaki durumu karşılaştırmıştır. Nordsee kararı ve Eco Swiss kararı ile ticari tahkim için geliştirilen içtihat hukuku, iki sebeple, FIFA sistemindeki CAS zorunlu tahkimine uyarlanmamalıdır (paragraf 64-81): (i) ticari tahkim gönüllü nitelikteyken FIFA’nın tahkim kuralları zorunlu nitelik taşımaktadır ve (ii) ticari tahkimde taraflardan bir tanesi kararı uygulamazsa diğer taraf onun icrası için mahkeme önüne gitmeliyken FIFA uyuşmazlık çözüm sistemi icra anlamında, bu tür bir mahkeme önüne gitmeyi gerekli kılmayan, kendi kendine yeterli bir sistem oluşturur. Achmea kararı ile uluslararası ikili yatırım anlaşmaları kapsamındaki yatırımcı – devlet uyuşmazlık tahkimi için geliştirilen içtihat hukuku ise, somut uyuşmazlık yönünden, AB hukukunun etkili yargısal korumasının ve birörnekliğinin önemini tekrarlamanın ötesinde, kıyaslanabilir bir yön taşımamaktadır (paragraf 82-94).

HS Ćapeta, sonra, FIFA uyuşmazlık çözüm sistemindeki CAS gibi zorunlu tahkimler yönünden spesifik başka bir yorum geliştirmeye çalışmıştır. HS Ćapeta, mahkemeye erişim yönünden şu tespitleri yapmıştır (paragraf 100-107). Mahkemeye erişim sorusu, ticari tahkim söz konusu olduğunda gündeme gelmemektedir, çünkü icra aşamasında bunun güvenceye alınacağı varsayılmaktadır. Oysaki FIFA tahkim sistemi, kendi kendine yeterli bir sistem olduğundan böyle bir varsayımdan yararlanamaz. Peki, o zaman, “üye devletler, AB hukuku tarafından garanti altına alınan hakları potansiyel olarak ihlal eden bir CAS kararına karşı etkili yargısal koruma sağlamak için hangi yargısal çözümleri sağlamalıdır”? Örneğin, Komisyona göre CAS kararının yargısal denetimi doğrudan istenebilmeliyken FIFA’ya göre tazminat davası gibi dolaylı yollar bu amaçla yeterli görülebilir. HS Ćapeta’ya göre “etkili yargısal koruma ilkesi, AB hukukuna aykırı FIFA kurallarının uygulanmasını değerlendirmek ve gerekirse önlemek için doğrudan bir yargı yolunu gerektirir”. O halde, somut uyuşmazlıktaki CAS kararına kesin hüküm gücü tanıyan ulusal kural, bir ulusal mahkemenin FIFA kurallarının AB hukuku ışığında yargısal denetimini gerçekleştirme olasılığı tanımak adına, bir kenara bırakılmalıdır.

HS Ćapeta, denetimin kapsamı yönünden şu tespitleri yapmıştır (paragraf 108-122). Örneğin sadece kamu düzeni meseleleri ile sınırlı olan gibi, sınırlı yargısal koruma, FIFA’nın zorunlu ve münhasır tahkim sistemi bağlamında yeterli olamamaktadır. O nedenle de, ulusal mahkemeler, CAS kararı olsun olmasın, AB hukukunun herhangi bir kuralı ve tüm kuralları ışığında FIFA kurallarını inceleyebilmelidir. Dahası, ulusal mahkemeler, bir davanın önüne ne şekilde getirildiğinden bağımsız olarak, böyle bir incelemeyi gerçekleştirebilmelidir. Sonuç olarak, etkili yargısal koruma ilkesi, AB hukukuna uygunluk incelemesi bir üçüncü ülkenin mahkemesi tarafından yapıldığında, bir tahkim kararına kesin hüküm gücü veren ulusal hukukun önüne geçer şeklinde yorumlanmalıdır (paragraf 126).

Sonuç

Royal Football Club Seraing ön karar prosedürü, AB hukuku ile spor, özellikle futbol arasındaki ilişkiye dair önemli bir meseleyi gündeme getirmektedir. ABAD, özellikle 1990’lı yılların ortalarından itibaren AB iç pazar ve rekabet hukuku ile spor arasındaki ilişkiye ışık tutan bir dizi karar açıklamıştır. Bunlar arasından, 1995 karar tarihli Bosman kararı veya 2008 karar tarihli MOTOE kararının yanı sıra yakın tarihte açıklanan ve bloğumuzda da incelenen 2023 karar tarihli Royal Antwerp Football Club (C-680/21) kararı ve European Superleague kararı gösterilebilir (incelemeler için bkz. (1) ve (2)). Seraing ön karar prosedürü ise, kendisinden öncekilerden farklı olarak, maddi hukuktan kaynaklı değil kurumsal hukuktan kaynaklı bir meseleyi gündeme getirmektedir: Bu kez, FIFA / CAS nezdindeki uyuşmazlık çözüm sistemi ile AB hukuku kapsamındaki etkili yargısal koruma ilkesi arasındaki ilişki sorgulanmaktadır. HS Ćapeta, dosdoğruca, etkili yargısal koruma ilkesi gereği ulusal mahkemeler, bir davanın önüne ne şekilde getirildiğinden bağımsız olarak, CAS kararı olsa dahi, AB hukukunun herhangi bir kuralı ve tüm kuralları ışığında FIFA kurallarını inceleyebilmelidir, sonucuna varmaktadır. Not düşmek gerekir ki HS görüşü ABAD üstünde bağlayıcı bulunmamaktadır, dolayısıyla ABAD HS görüşü ile örtüşen veyahut da ondan ayrılan bir karar alabilecektir. FIFA / CAS nezdindeki uyuşmazlık çözüm sisteminin AB hukuku karşısındaki akıbeti, ABAD’ın kararını beklemeyi gerektirmektedir.

 

Bu yazıya atıf için: İlke Göçmen, “Spor Tahkim Mahkemesinin (CAS) Kararlarının Denetimi: Hukuk Sözcüsü Ćapeta’nın Royal Football Club Seraing (C-600/23) Ön Karar Prosedüründeki Görüşü, Yaşayan Avrupa Birliği Hukuku Blogu, 06/03/2025, Link: <https://yasayanabhukuku.blogspot.com/2025/03/blog-post.html>


Bu yazıyı faydalı buldunuz mu? Hiç bir içeriği kaçırmayın bizi takip edin.