29 October 2025

Temmuz–Ekim 2025 Güvensizlik Önergeleri Işığında Avrupa Parlamentosu’nun Komisyon Üzerindeki Denetim Yetkisi

Temmuz–Ekim 2025 Güvensizlik Önergeleri Işığında Avrupa Parlamentosu’nun Komisyon Üzerindeki Denetim Yetkisi



Fotoğraf Bilgileri: Eser Sahibi: The White House, Public domain, via Wikimedia Commons


Merve Ağzıtemiz, Ankara Üniversitesi / Hukuk Fakültesi - Avrupa Birliği Hukuku Anabilim Dalı

 

Avrupa Birliği (AB) hukukunda, Avrupa Parlamentosu’nun Komisyon üzerindeki en güçlü siyasi denetim aracı, Avrupa Birliği’nin İşleyişine Dair Antlaşma’nın (ABİHA) 234. maddesinde öngörülen güvensizlik önergesi (motion of censure) mekanizmasıdır. Bu hüküm, Komisyon’un faaliyetleri söz konusu olduğunda, Parlamento’ya genel güvenini geri çekme olanağı tanımaktadır. Böyle bir önergenin kabulü hâlinde yani güvensizlik oyu verildiğinde, Komisyonun tamamı, Başkan da dâhil olmak üzere, kolektif biçimde istifa etmekle yükümlü olacaktır. Böylelikle sistem, Komisyonun Parlamento’ya karşı siyasal sorumluluğunu, bireysel değil kurumsal düzeyde güvence altına almış olmaktadır. (Parlamento’nun Denetim Yetkilerine ilişkin olarak Bkz.)

Bu çerçevede Avrupa Parlamentosu, Temmuz 2025’de, Ursula von der Leyen başkanlığındaki Komisyon hakkında söz konusu maddeye dayanarak bir güvensizlik önergesi üzerinden harekete geçmiştir. COVID-19 aşı tedarik sürecindeki şeffaflık eksikliği ve bazı üye devletlerde seçim süreçlerine müdahale edildiği yönündeki iddialara dayandırılan bu girişim, ağırlıklı olarak aşırı sağ grupların desteğini almıştır. Oylama sonucunda önerge 175 kabul oyuna karşı 360 ret oyuyla reddedilmiş, böylece Komisyon kimi tartışmalarla birlikte görevine devam etmiştir. (Bkz.)

Ancak, 6 Ekim 2025’te yapılan oturumun, Parlamento tarihine daha karmaşık bir tablo olarak geçtiği ifade edilebilir. Bu kez aynı oturumda iki farklı güvensizlik önergesi gündeme gelmiştir. Aşırı sağ “Patriots for Europe” tarafından sunulan ilk önerge, özellikle Komisyon’un ticaret politikalarını hedef alırken; radikal sol “The Left” tarafından verilen ikinci önerge Gazze politikası, iklim krizi ve ticaret anlaşmalarının etkileri üzerinden Komisyonu eleştirmiştir. İlk girişim 179 “evet”, ikinci girişim ise 133 “evet” oyunda kalmış ve her ikisi de sırasıyla 378 ve 383 “hayır” oyuyla reddedilmiştir.

Dört ay içerisinde üç defa güvensizlik önergesi üzerinden siyasi denetime maruz kalan Komisyon görevine devam etmektedir. Bununla birlikte, özellikle Avrupa Parlamentosu içerisinde, siyasal konjonktürün değişmiş olabileceği ifade edilebilir. Temmuz ayındaki tek yönlü eleştiri hattının yerini, Ekim ayında hem sağ hem sol uçlardan eş zamanlı bir baskının almış olduğu görülmektedir. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki farklı ideolojik kutupların, Komisyonun liderliğini artık ortak bir eleştiri zemini üzerinden sorgulama eğilimine girdiğini gösteren bir unsur olarak değerlendirilebilecektir.

 

Güvensizlik Önergeleri Bakımından Hukuki Temel

2025 yılı içerisinde verilen her üç önerge de aynı hukuki temele dayanarak şekillenmiştir. Bu hukuki temel de ABİHA’nın 234. maddesi uyarınca, Komisyonun heyet olarak istifasını öngören güvensizlik önergesi mekanizmasıdır.

Avrupa Birliği (AB) hukukunda Avrupa Parlamentosu, Komisyonun siyasal sorumluluğunu denetlemek amacıyla bir güvensizlik önergesi sunma yetkisine sahiptir. Bu mekanizma, Komisyonun eylem ve politikalarının genel olarak Parlamento nezdinde güven kaybına uğradığı durumlarda işletilebilmektedir. Önergenin kabulü, (üye tam sayısının çoğunluğuna tekabül edecek şekilde) kullanılan oyların üçte ikisinin onayını gerektiren nitelikli bir çoğunluk şartına bağlıdır. Bu şartların yerine getirilmesi halinde Komisyonun tamamı, Başkan dâhil olmak üzere, kolektif biçimde görevinden çekilmek zorundadır. Böylece sistem, Komisyonun bireysel değil kurumsal düzeyde Parlamento önünde siyasi sorumluluk taşımasını öngörmektedir. (Avrupa Birliğinin İşleyişi Hakkında Antlaşma m. 234)

Bu husus Avrupa Birliği Antlaşması’nda (ABA) da açıkça belirtilmektedir. Nitekim Antlaşma’nın düzenlemesine göre, “Komisyon, Avrupa Parlamentosu’na karşı heyet olarak sorumludur. Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma’nın 234. maddesine uygun olarak Komisyon hakkında bir güvensizlik önergesi oylayabilir. Böyle bir güvensizlik önergesinin kabul edilmesi halinde, Komisyon üyeleri toplu olarak istifa eder ve Birlik Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi de Komisyon’da yürüttüğü görevlerinden istifa eder” (ABA m. 17/8)

Mekanizmanın usulüne ilişkin düzenlemeler ise Avrupa Parlamentosu Usul Kurallarından görülebilmektedir. Buna göre, Avrupa Parlamentosu üyelerinin onda biri, Komisyonun genel faaliyetine yönelik bir güvensizlik önergesi sunabilir. Eğer önceki iki ay içinde benzer bir önerge oylanmışsa, yeni bir önergenin gündeme alınabilmesi için üyelerin en az beşte birinin imzası gerekir. Güvensizlik önergesi, gerekçeleriyle birlikte güvensizlik önergesi başlığı altında hazırlanır ve Avrupa Komisyonu’na iletilir. Önergenin Parlamento Başkanına ulaşmasıyla birlikte Başkan, bu durumu derhal üyelere bildirir.

Görüldüğü üzere hukuki düzenlemeler, Komisyon üyelerinin bireysel olarak güvensizlik oyuna konu olmasını engellemektedir. Diğer bir ifadeyle, Avrupa Parlamentosu yalnızca Komisyonun bütününe yönelik olarak güvensizlik önergesi verebilecektir. Bireysel üyelerin görevden alınmasına ilişkin hükümler ise sınırlı sayıdadır. (Bkz. ABİHA m. 245 - 247) Bunun dışında, ABA’nın düzenlemesine göre, bir Komisyon üyesi, Başkan’ın talep etmesi halinde istifa edecektir. (Bkz. ABA m.17(6) Bu kural, geniş bir bakış açısıyla, Komisyonun kurumsal yapısında başkanının içsel hiyerarşik yetkisini güçlendirirken, Avrupa Parlamento’nun bireysel siyasi sorumluluk yaratma kapasitesini sınırlandırmaktadır. Bununla birlikte söz konusu düzenleme, Komisyon’un heyet olarak sorumluluğunu düzenleyen diğer Antlaşma maddeleri ile uyumludur.

Görüldüğü üzere Avrupa Parlamentosu’nun Komisyon üzerinde kullanabileceği etkili bir siyasi denetim aracı bulunmaktadır. Ancak güvensizlik önergeleri gerek önergenin sunulma süreci gerekse oylamada öngörülen yüksek çoğunluk şartı bakımından her zaman başarıya ulaşması kolay olmayan bir prosedür olarak görülebilir. Bununla birlikte, bu mekanizmanın yalnızca hukuki dayanağı değil, aynı zamanda siyasi düzlemde Komisyon üzerinde bir güç dengesi yaratma işlevi de vardır. Nitekim bu siyasal etkinin somut sonuçları 1999 yılında açık biçimde görülmüştür. Bu nedenle, sürecin niteliğini tam olarak kavrayabilmek için geçmişteki örnekleri hatırlamak önem taşımaktadır.

 

Santer’den Von der Leyen’e: Avrupa Komisyonu Açısından Güvensizlik Önergeleri

Avrupa Parlamentosu’nun Komisyona karşı güvensizlik önergesi yoluyla kolektif sorumluluk tesis etme yetkisi, Birlik hukukunun sonradan geliştirdiği bir kurum değildir. Bu mekanizmanın kökeni, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kuran 25 Mart 1957 tarihli Roma Antlaşması’na kadar uzanmaktadır. Nitekim bu Antlaşma’nın 144. maddesi, Asamble’ye, Komisyonun icraatına ilişkin bir güvensizlik önergesi (motion de censure) sunma olanağı tanımış ve bu önergenin ağırlaştırılmış bir çoğunlukla kabul edilmesi halinde Komisyonun tüm üyelerinin toplu olarak istifa etmesini öngörmüştür. Bu düzenleme, kurumsal sorumluluk ve demokratik meşruiyet arasındaki bağlantının erken bir görünümü olarak da değerlendirilebilecektir. Bütünleşme sürecinde bu yapı, günümüzde ABİHA’nın 234. maddesinde yer alan güvensizlik önergesi prosedürüne dönüşmüştür.

Avrupa Parlamentosu’nun Komisyonu bir bütün olarak görevden alabilmeye yönelik bu yetkisi ‘nükleer seçenek’ olarak da ifade edilmektedir. Bu yetkinin, yeterli güvensizlik oyu eşiğine ulaşılamadığı için fiilen kullanılamadığı görülmektedir. Ancak, belirli durumlarda gerçek bir siyasi baskı aracı işlevi de bulunduğu vurgulanabilecektir. Nitekim 1999 yılında, yalnızca bir güvensizlik önergesi tehdidi dahi Santer Komisyonu’nun tamamının istifasıyla sonuçlanmıştır. (Bkz. EPRS Bilgilendirme Notu) (Belirtmek gerekir ki, daha önceki dönemlerde de Parlamento önüne bu türden önergeler getirilmiştir. Ancak bunlar, oylamada gerekli çoğunluğu sağlamayı başaramamıştır.)

Jacques Santer başkanlığındaki Komisyon, 1995 yılında göreve başlamış ve 1998–1999 döneminde ciddi yolsuzluk, usulsüz harcama, kayırmacılık ve kötü yönetim iddialarıyla gündeme gelmiştir. Özellikle 1998 yılına gelindiğinde Avrupa Parlamentosu içinde, Komisyonun yönetim pratiklerine yönelik rahatsızlık giderek belirginleşmiştir. Bütçe uygulamalarındaki usulsüzlük iddiaları hem Parlamento denetim organlarının hem de kamuoyunun dikkatini çekmiş hatta 17 Aralık 1998’de Avrupa Parlamentosu, Komisyonun 1996 mali yılına ilişkin hesaplarını onaylamayı (discharge) reddetmiştir. Bu karar, Komisyonun mali yönetimiyle birlikte kurumsal sorumluluk anlayışının da sorgulanmasına yol açmıştır. Bu gelişmelerin, Komisyonun yalnızca bireysel hatalardan değil, kolektif bir yönetim zafiyetinden mustarip olduğu yönündeki kanaati güçlendirdiği ifade edilebilecektir. Bu sorgulama aynı dönemde medyada da karşılık bulmuştur. Hatta bireysel olarak Komiserler üzerinden iddialar sorgulanmıştır. Nitekim, Fransız Komiser Édith Cresson ve İspanyol Komiser Manuel Marín hakkında ortaya atılan usulsüzlük iddiaları geniş bir ilgi görmüştür. (Örnek olarak bkz.)

Artan eleştiriler karşısında Parlamento, 14 Ocak 1999’da Sosyalist Grup’un talebi üzerine Komisyona karşı bir güvensizlik önergesini gündeme almıştır. Önerge, 293’e karşı 232 oyla reddedilse de Parlamento tarihinde ilk kez bu kadar yüksek bir destek oranına ulaşması bakımından önemli bir dönüm noktası olarak görülebilecektir. Oylamanın hemen ardından Avrupa Parlamentosu, idari usulsüzlüklerin araştırılması amacıyla Bağımsız Uzmanlar Komitesi’nin kurulmasına karar vermiş, bu Komite ise Mart 1999’da hazırladığı raporu yayımlamıştır. Yayımlanan bu raporda, Komisyon üyelerinin idari süreçler üzerindeki denetim yetersizliği açık biçimde ortaya koyulmuş ve sorumluluk sadece belirli üyelerle sınırlanmamıştır. Bunun yerine kolektif bir yönetsel başarısızlık üzerinde durulmuştur. (Committee of Independent Experts Report)

Söz konusu rapordan sonra, Avrupa Parlamentosu’nun yeni bir güvensizlik önergesini kabul etmesi kaçınılmaz hale gelince, Jacques Santer başkanlığındaki Komisyon Mart 1999’da görev süresinin dolmasına vakit varken topluca istifa etme kararı almıştır. Bu gelişme, Parlamento’nun siyasal denetim gücünün ilk kez fiili sonuç doğurması bakımından Avrupa bütünleşme tarihinde istisnai bir dönüm noktası olarak görülmektedir. (Bkz.) (Ayrıca Bkz.)

Bu tarihsel süreç, güvensizlik mekanizmasının Avrupa Birliği kurumsal yapısında yalnızca bir “olağanüstü prosedür” değil, aynı zamanda demokratik denetim kapasitesinin somut bir göstergesi olduğunu ortaya koymaktadır. Bugün de benzer girişimlerin doğrudan sonuç üretmese dahi kurumsal sorumluluk ve meşruiyet tartışmalarını derinleştirdiği görülmektedir. Bu çerçevede, güncel olarak Von der Leyen Komisyonu’na yönelen önergeler, söz konusu tarihsel sürekliliğin yeni bir yansıması olarak değerlendirilebilecektir.

 

Sonuç

Temmuz ve Ekim 2025 dönemlerinde Von der Leyen Komisyonu’na karşı verilen güvensizlik önergelerinin başarısızlıkla sonuçlanacağı öngörülmüş ve sonuç beklendiği gibi olmuştur. Nitekim Avrupa Parlamentosu’ndaki merkez gruplar Von der Leyen lehine hareket etmiştir. Burada söz konusu önergelerin sonuçları genel olarak ikili bir bakış açısıyla değerlendirilebilir.

Birincisi, bu önergeler AB hukuk düzeninde anayasal nitelikte görülmelidir. Hukukun üstünlüğü, demokrasi ve şeffaflık gibi temel değerlere işlerlik kazandırma kapasitesine sahip olan güvensizlik mekanizması, hukuki/biçimsel sınırlarına rağmen demokratik hesap verebilirliğin sürdürülmesinde işlevini koruduğu bir noktada konumlanmaktadır. Bu açıdan Avrupa Parlamentosu, yürütme karşısında siyasal ağırlığını en azından belirli bir dereceye kadar devam ettirmektedir.

İkincisi, önergelerin Parlamenterler nezdinde eşik çoğunluğa ulaşmaması, Santer Komisyonu örneğinde olduğu gibi derin bir kurumsal krizi tetiklememiştir. Bununla birlikte, Ekim 2025 önergelerinin Parlamento’nun iki uç kanadından gelmiş olması, gelecekte merkez grupların da daha güçlü bir siyasi denetim eğilimi gösterebileceği yönünde dikkat çekici bir sinyal olarak algılanabilecektir. Parlamento’nun devam eden süreçte sergileyeceği tutum ise Birliğin bütünleşme sürecinde izleyeceği yolu belirlemek bakımından önem kazanabilecektir. Özellikle dışarıda, Ukrayna-Rusya savaşı ve ABD tarafından yönelen ticaret baskıları gibi unsurlar, içeride ise hukukun üstünlüğü krizi, ekonomik sıkıntılar ve enerji sorunları gibi etmenlerin bu tutumu nasıl etkileyeceği dikkatle değerlendirilmelidir.


Bu yazıya atıf için: Ağzıtemiz Merve, "Temmuz–Ekim 2025 Güvensizlik Önergeleri Işığında Avrupa Parlamentosu’nun Komisyon Üzerindeki Denetim Yetkisi" Yaşayan Avrupa Birliği Hukuku Blogu, 29.10.2025.

 

 

16 September 2025

Spor Tahkim Mahkemesinin (CAS) Kararlarının Denetimi: Adalet Divanının Royal Football Club Seraing (C-600/23) Ön Karar Prosedüründeki Kararı

  



Fotoğraf Bilgileri: Eser Sahibi: Fanny Schertzer / Wikimedia Commons

 

İlke Göçmen, Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Avrupa Birliği Hukuku Anabilim Dalı / Jean Monnet Chair (2019-2022) / The Alexander von Humboldt Foundation – Georg Forster Research Fellow for Sustainable Development (2023-2024)

Giriş

Avrupa Birliği Adalet Divanı (“ABAD”), 1 Ağustos 2025 tarihinde Royal Football Club Seraing (C-600/23) ön karar prosedüründeki kararını açıklamıştır. Hukuk Sözcüsü (HS) Ćapeta da, aynı ön karar prosedürü çerçevesinde, 16 Ocak 2025 tarihinde görüşünü açıklamıştı. Bu Görüş, Yaşayan Avrupa Birliği Hukuku Blogu’nda tarafımızca incelenmişti. Bir not olarak, Adalet Divanının kararını inceleyen işbu blog yazısı HS’nin görüşünü incelediğimiz blog yazısı ile yer yer örtüşmeler taşımaktadır.

Royal Football Club Seraing kararının önemi ile ilgili olarak da şu tespitlerde bulunulabilir. Birincisi, Adalet Divanı davayı Büyük Daire olarak görmüştür. Örneğin 2020-2024 yılları arasında Adalet Divanı, yaklaşık olarak her on davadan yalnızca birini Büyük Daire olarak görmüştür. İkincisi; Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, Litvanya, Yunanistan ve Avrupa Komisyonu davaya gözlemlerini sunmuştur. Üçüncüsü, Adalet Divanı, bu davada HS görüşü alındığına göre, dava konusu olayın yeni hukuksal sorun ortaya çıkardığı kanaatini taşımaktadır (ABAD Statüsü madde (“md”) 20). Dördüncüsü, bu karar, “medya ilgisini çeken veya vatandaşların yaşamında etki doğuran konular hakkında” kamuoyunu bilgilendirmeyi amaçlayan basın açıklamaları arasında kendisine yer bulmuştur.

Somut uyuşmazlıktaki ana meseleyi, Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği’nin (Fédération Internationale de Football Association, “FIFA”) Spor Tahkim Mahkemesi (Court of Arbitration for Sport, “CAS”) dâhil uyuşmazlık çözüm sistemi ile Avrupa Birliği (“AB”) hukuku kapsamındaki etkili yargısal koruma ilkesi arasındaki ilişki oluşturmaktadır (HS Görüşü paragraf 2). HS Ćapeta’ya göre, basın açıklamasında özetlendiği şekliyle, CAS kararları, FIFA kurallarının AB hukukuyla uyumluluğunu sağlamak için AB üyesi devlet mahkemeleri (“ulusal mahkemeler”) tarafından denetime açık olmalıdır. Etkili yargısal koruma ilkesi, CAS kararlarına karşı ulusal mahkemeye erişimi veya bu kararların denetimini sınırlandıran türdeki ulusal hukukun önüne geçmelidir. HS ile aynı sonuca varan Adalet Divanına göre de, basın açıklamasında özetlendiği şekliyle, ulusal mahkemeler, bireylerin talebi üzerine ya da re’sen, CAS kararlarının AB kamu düzeni (AB hukukunun temel kuralları) ile uyumlu olup olmadığını yargısal denetime tabi tutmaya yetkilidir. Ulusal mahkemeler bu tür bir yetkiyi önleyen nitelikteki kuralları uygulamamakla yükümlüdür.

Peki, Adalet Divanı bu sonuca nasıl varmıştır? Bu blog postta Royal Football Club Seraing ön karar prosedürü hakkında birtakım bilgiler verildikten sonra Adalet Divanının kararı aktarılacaktır.

1. Ön Karar Prosedürü Hakkında Bilgiler

Royal Football Club Seraing ön karar prosedürü hakkında kısaca aşağıdaki bilgiler verilebilir.

Somut uyuşmazlıkta yer alanlar şöyle toparlanabilir (HS Görüşü paragraf 3-8). Royal Football Club Seraing, alt liglerdeki Belçika futbol kulüplerinden birisi olup yeni yönetimi aracılığıyla 2013/14 sezonundan itibaren ulusal ve uluslararası başarı istemeye başlamıştır. Doyen Sports, Malta hukukuna tâbi olarak kurulmuş bir şirket olup Avrupa’daki futbol kulüplerine finansal destek sunmaktadır. FIFA, İsviçre hukukuna tabi olarak kurulmuş kâr amacı gütmeyen bir birlik olup kendi ülkelerinde futbolun organizasyonu ve kontrolünden sorumlu ulusal birlikleri bir araya getirmektedir. Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (Union européenne des Sociétés de Football Association, “UEFA”) İsviçre hukukuna tâbi olarak kurulmuş kâr amacı gütmeyen bir birlik olup Avrupa kıtasındaki ulusal birlikleri bir araya getirmektedir. Belçika Futbol Federasyonu, Belçika hukukuna tâbi olarak kurulmuş kâr amacı gütmeyen bir birlik olup UEFA ve FIFA üyesidir.

Uyuşmazlık konusu FIFA kuralları şöyle toparlanabilir (HS Görüşü paragraf 9-13). Öncelikle, FIFA’nın “Oyuncuların Statüsü ve Transferi Hakkındaki Düzenlemeler”i (Regulations on the Status and Transfer of Players, “STP Düzenlemeleri”) mevcuttur. STP Düzenlemeleri, ya ulusal birlikler üstünde doğrudan bağlayıcıdır ya da ulusal birlikler tarafından bir iç işleme dönüştürülmeleri gerekmektedir. Ana hatlarıyla, FIFA, 2014 Aralık’ında STP Düzenlemelerinde değişikliğe giderek, 1 Ocak 2015 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere, üçüncü tarafların oyuncuların ekonomik haklarına sahip olmasının (third-party ownership, “TPO”) geçiş dönemini takiben yasaklanmasını öngörmüştür. Üçüncü taraflar, “transfer edilen oyuncu, oyuncuyu birinden diğerine transfer eden iki kulüp veya oyuncunun kayıtlı olduğu önceki kulüpleri dışındaki herhangi bir taraf” olarak tanımlanmıştır. İşbu değişiklik ulusal birlikler tarafından bir iç işleme dönüştürülecektir.

Somut uyuşmazlıktaki gidişatın FIFA uyuşmazlık çözüm sistemi içindeki yönü şöyle özetlenebilir (HS Görüşü paragraf 14-21). Seraing kulübü, Doyen Sports şirketi ile ilki 30 Ocak 2015 tarihinde ve üç oyuncu için, ikincisi 7 Temmuz 2015 tarihinde ve bir oyuncu için ekonomik hakların devrine ilişkin iki ayrı sözleşme yapmıştır. 4 Eylül 2015 tarihinde FIFA Disiplin Komitesi, Seraing kulübüne söz konusu iki ayrı sözleşme ile bir üst paragraftaki kuralı ihlal ettiği gerekçesiyle iki yıl oyuncu kaydetme yasağı getirmiştir ve 150.000 İsviçre Frank’ı para cezası vermiştir. 7 Ocak 2016 tarihinde FIFA İtiraz Komitesi, Seraing kulübünün bu karara karşı itirazını geri çevirmiştir. 9 Mart 2016 tarihinde Seraing kulübü bu karara karşı itiraz yoluyla CAS’a gitmiştir. 9 Mart 2017 tarihinde CAS, uygulanabilir hukuk olarak FIFA kurallarını, İsviçre hukukunu ve AB hukukunu (özel olarak iç pazar ve rekabet hukukunu) temel alarak STP Düzenlemelerindeki değişiklikleri hukuka uygun bulmuştur. 15 Mayıs 2017 tarihinde Seraing kulübü bu karara karşı İsviçre Federal Yüksek Mahkemesi’ne iptal başvurusu gerçekleştirmiştir. 20 Şubat 2018 tarihinde bu başvuru geri çevrilmiştir.

Somut uyuşmazlıktaki gidişatın FIFA uyuşmazlık çözüm sistemi dışındaki yönü şöyle özetlenebilir (HS Görüşü paragraf 22-37). 3 Nisan 2015 tarihinde Doyen Sports şirketi FIFA, UEFA ve Belçika Futbol Federasyonu’na karşı Belçika Ticaret Mahkemesi nezdinde dava açarak, ana hatlarıyla, STP Düzenlemelerindeki değişikliklerin AB hukukuna (özel olarak iç pazar ve rekabet hukukuna) aykırı olduğunun tespitini talep etmiştir. 8 Temmuz 2015 tarihinde Seraing kulübü işbu davaya katılmıştır. 17 Kasım 2016 tarihinde Belçika Ticaret Mahkemesi, ileri sürülen iddiaları görmekte yetkisinin olmadığına karar vermiştir. 19 Aralık 2016 tarihinde Seraing kulübü Belçika İstinaf Mahkemesi önüne giderek, diğerlerinin yanı sıra, STP Düzenlemelerindeki değişikliklerin AB hukukuna aykırılığı iddiasında bulunmuştur. İşbu dava sürerken bir üst paragraftaki CAS ve İsviçre Federal Yüksek Mahkemesi kararları açıklanmıştır. Bunun üzerine, 12 Aralık 2019 tarihinde Belçika İstinaf Mahkemesi, Belçika hukuku uyarınca, –STP Düzenlemelerindeki değişikliklerin AB hukukuna uygunluğunu da inceleyen– CAS kararının nihai olduğunu ve İsviçre Federal Yüksek Mahkemesi kararı ile birlikte kesin hüküm (res judicata) gücü kazandığına karar vermiştir. Seraing kulübü bu karara karşı temyiz yoluyla Belçika Yargıtayı’na gitmiş, Belçika Yargıtayı da ön karar prosedürü aracılığıyla ilgili AB hukukunun yorumu talebiyle ABAD’a gitmiştir.

2. Adalet Divanının Kararı

Adalet Divanı, kararında ilk olarak, AB içindeki bireyler açısından etkili yargısal koruma hakkı üstünde durmuştur. Öncelikle AB, “bireylerin AB hukukundan kaynaklanan tüm haklarının korunacağının güvencesi olarak etkili yargısal koruma hakkının temel önemde olduğu, hukukun üstünlüğüne dayalı bir birliktir” (paragraf 69). Üye devletlerin ortak anayasal geleneklerinden kaynaklanan bu hak, Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı (“ABTHŞ”) md. 47 ile –onunla uyumlu yorumlanması gereken– AB Antlaşması md. 19(1)’in ikinci alt paragrafında yer almaktadır (paragraf 70). Önceki madde uyarınca: “Birlik hukukunun güvence altına aldığı hakları ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, [yasayla önceden kurulmuş, bağımsız ve tarafsız] bir mahkeme önünde etkili bir başvuru yolu hakkına sahiptir”. Sonraki madde uyarınca ise: “Üye devletler, Birlik hukukunun kapsadığı alanlarda etkili hukuki koruma sağlamak için gerekli hukuki başvuru yollarını temin eder”. Somut uyuşmazlık, Seraing kulübü Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma (“ABİHA”) md. 45, 56, 63, 101 ve 102’den kaynaklanan haklara ve özgürlüklere (dolayısıyla da AB iç pazar ve rekabet hukukuna) dayandığı için, ABTHŞ md. 47 anlamında etkili bir başvuru yolu hakkının içinde kalmaktadır (paragraf 71).

Adalet Divanı, bu noktada, ABTHŞ md. 47’yi AB Antlaşması md. 19(1)’in ikinci alt paragrafı ile birlikte ele almaya başlamıştır. ABTHŞ md. 47’ye karşılık olarak, üye devletler, AB Antlaşması md. 19(1) gereği, Birlik hukukunun kapsadığı alanlarda gerekli hukuki başvuru yollarını temin etmekle yükümlüdür (paragraf 73). Bu çerçevede, ulusal mahkemeler, AB hukukunun bireylere tanıdığı hakların veya özgürlüklerin ihlal edildiği iddiası karşısında, tüm maddi ve hukuki konuları değerlendirme yetkisiyle, etkili bir yargısal denetim yapabilmelidir (paragraf 75). Dahası, ulusal mahkeme, ABİHA md. 267 gereği, AB hukukunun yorumuna veya AB tasarrufunun geçerliliğine ilişkin bir ön sorun ile karşılaştığında ön karar başvurusu yapabilmelidir, çünkü ön karar prosedürü, “AB hukukunun birörnek yorumunu güvence altına almayı amaçlar ve böylece onun tutarlılığının, tam etkisinin ve özerkliğinin yanı sıra en nihayetinde kurucu antlaşmalarla tesis edilen hukukun kendine özgü niteliğini sağlamaya hizmet eder” (paragraf 77).

Adalet Divanı, bu tespitleri takiben tahkim ile AB hukuku arasındaki ilişkiye ışık tutmuştur. AB hukuku, kural olarak, bireylerin tahkime başvurmasının önüne geçmemekle birlikte, bu tür bir mekanizma, AB’nin yargısal mimarisinin temel ilkeleriyle ve AB kamu düzeniyle uyumlu olacak şekilde tasarlanmalı ve uygulanmalıdır (paragraf 78-79, 82). Bu yönden, tahkim kararlarından etkilenen bireyler, ulusal mahkeme önünde, tahkim kararının AB kamu düzeninin bir parçasını oluşturan ve söz konusu uyuşmazlıkla ilgili olan ilkelerle ve hükümlerle uyumlu olup olmadığını inceletebilmelidir (paragraf 85). Bu denetim, etkili olabilmek için, bu ilkelere ve hükümlere riayeti sağlayacak türde olmalıdır: bu ilkelerin ve hükümlerin yorumuna, hukuki sonuçlarına ve uygun olduğunda maddi vakaların hukuki sınıflandırmasına ilişkin olmalıdır (paragraf 86). AB iç pazar ve rekabet hukuku ile ilgili olan ABİHA md. 45, 56, 63, 101 ve 102, doğrudan etkili olup bireyler açısından ulusal mahkemelerce korunması gereken haklar yarattıkları için AB kamu düzeninin bir parçasını oluşturan ilkeler ve hükümler arasında yer alır (paragraf 88-89).

Adalet Divanı, kararında ikinci olarak, CAS kararlarının yargısal denetimi üstünde durmuştur. FIFA gibi spor birliklerinin kuralları ışığında, o tür tahkim mekanizmalarına başvurunun, söz konusu birlikler tarafından ilgili bireylere tek taraflı olarak dayatıldığı, dolayısıyla zorunlu nitelik taşıdığı kabul edilmelidir (paragraf 92-93). CAS kararı da bu tür bir tahkim mekanizmasının sonucudur (paragraf 96). O hâlde, bu mekanizma uyarınca verilen tahkim kararlarının yargısal denetiminin hangi gereklilikleri karşılaması gerektiği açıklığa kavuşturulmalıdır (paragraf 98).

Adalet Divanı dört adet gereklilikten bahsetmiştir. Birincisi, AB Antlaşması md. 19(1), örneğin iptal davası gibi amacı ilgili bireylerin bu tür tahkim kararlarına itiraz etmesini sağlamak olan doğrudan hukuki çarelerin var olmasını gerektirmez, ancak bir spor birliği, eğer isterse, böyle bir doğrudan hukuk çareye tâbi bir tahkim mekanizması kurabilir (paragraf 99). Bu yoksa dolaylı bir hukuki çare mevcut olmalıdır ve ulusal mahkemeler, bir şekilde bu tür tahkim kararını incelemeye çağrıldıklarında, bireylerin talebi üzerine ya da re’sen, onun AB kamu düzeninin bir parçasını oluşturan ilkeler ve hükümler ile uyumlu olup olmadığını yargısal denetime tabi tutmaya yetkilidir (paragraf 100). İkincisi, bu hâlde, ulusal mahkemeler, bu ilkelerin ve hükümlerin yorumunu, hukuki sonuçlarını ve uygun olduğunda maddi vakaların hukuki sınıflandırmasını gözden geçirebilmelidir (paragraf 101). Üçüncüsü, ulusal mahkemeler, –eğer hâl böyleyse– ilgili tahkim kararının tamamen veya kısmen bu ilkeler ve hükümler ile uyumsuz olduğunu tespit etmekle kendilerini sınırlandıramaz, bilakis –kendi yetki çerçeveleri dâhilinde– bu uyumsuzluğu, örneğin tazminata veya ihlale yol açan davranışa son verdirmeye karar vermek gibi, uygun hukuki sonuçlarla giderebilmelidir (paragraf 102-104). Dördüncüsü, ulusal mahkemeler, bu çerçevede ihtiyati tedbir kararları da alabilmelidir (paragraf 105-107).

Adalet Divanı bu tespitleri takiben somut uyuşmazlığa dönmüştür. Somut uyuşmazlıktaki CAS kararı, bir üçüncü ülkenin (İsviçre’nin) mahkemeleri önünde iptal davasına tâbidir, ancak bir ulusal mahkeme önünde bu tür bir doğrudan hukuki çareye tâbi tutulmamıştır (paragraf 108). O hâlde, ilgili bireyler, dolaylı olarak, ihtiyaç hâlinde ön karar prosedürü ile Adalet Divanının desteğini alacak olan ulusal mahkemelerden bu tahkim kararının AB kamu düzeninin bir parçasını oluşturan ilkeler ve hükümler ile uyumlu olup olmadığının etkili denetimini isteyebilmelidir (paragraf 108). Somut uyuşmazlıkta, Belçika hukuku, CAS kararları dâhil nihai tahkim kararlarına tarafları arasındaki ilişkiler bakımından kesin hüküm (res judicata) ve üçüncü taraflar karşısında delil niteliği kazandırmaktadır. Her iki nitelik de, bir arada ele alındığında, bir tahkim kararının AB kamu düzeni ışığında denetiminin önüne geçmektedir (paragraf 109-114). Oysaki AB hukuk düzeniyle uyumluluk denetimi, her ikisi de doğrudan etkili olan ABTHŞ md. 47 ile AB Antlaşması md. 19(1)’in ikinci alt paragrafından kaynaklanan bir gerekliliktir (paragraf 115, 118-119). Bir not olarak, AB taraf olmasa bile İsviçre ile birlikte tüm üye devletlerin taraf olduğu Yabancı Tahkim Kararlarının Tanınması ve Tenfizi Hakkında Sözleşme de, tahkim kararlarının kamu düzeni ile uyumu açısından yargısal denetime tâbi tutulmasını öngörmektedir (paragraf 116).

Sonuç olarak, ulusal mahkeme, ya ulusal hukukunu AB hukukuna uygun biçimde yorumlamak ya da bunu yapamıyorsa AB hukuku ile çatışan ulusal hukukunu bir kenara bırakmak aracılığıyla, CAS kararının AB kamu düzeninin bir parçasını oluşturan ilkeler ve hükümler ile uyumlu olup olmadığını etkili biçimde denetlemelidir (paragraf 120-125).

Sonuç

Royal Football Club Seraing ön karar prosedürü, AB hukuku ile spor, özellikle futbol arasındaki ilişkiye dair önemli bir meseleyi gündeme getirmektedir. ABAD, özellikle 1990’lı yılların ortalarından itibaren AB iç pazar ve rekabet hukuku ile spor arasındaki ilişkiye ışık tutan bir dizi karar açıklamıştır. Bunlar arasından, 1995 karar tarihli Bosman kararı veya 2008 karar tarihli MOTOE kararının yanı sıra yakın tarihte açıklanan ve bloğumuzda da incelenen 2023 karar tarihli Royal Antwerp Football Club (C-680/21) kararı ve European Superleague kararı gösterilebilir (incelemeler için bkz. (1) ve (2)). Royal Football Club Seraing ön karar prosedürü ise, kendisinden öncekilerden farklı olarak, maddi hukuktan kaynaklı değil kurumsal hukuktan kaynaklı bir meseleyi gündeme getirmektedir: Bu kez, FIFA / CAS nezdindeki uyuşmazlık çözüm sistemi ile AB hukuku kapsamındaki etkili yargısal koruma ilkesi arasındaki ilişki sorgulanmaktadır.

ABAD, bu arka planda, önceki kararları ile örtüşen bir bakış açısıyla Royal Football Club Seraing kararını vermiştir (bu karar ile ilgili incelemeler için bkz. (1), (2) ve (3)). Buna göre ulusal mahkemeler, CAS kararının, AB kamu düzeninin bir parçasını oluşturan ilkeler ve hükümler (somut uyuşmazlıkta AB iç pazar ve rekabet hukuku ile ilgili olan ABİHA md. 45, 56, 63, 101 ve 102) ile uyumlu olup olmadığını yargısal denetime tâbi tutmalıdır. Nitekim Uluslararası Spor Tahkim Konseyi (ICAS), kararla aynı gün yaptığı açıklamada, Royal Football Club Seraing kararının “CAS kararlarının denetiminin yalnızca AB kamu düzeni ile sınırlı olması gerektiğini belirlediğini kabul etmektedir” diyerek hem kararı kabullenmiştir hem de onun AB kamu düzeninin bir parçasını oluşturan ilkeler ve hükümler ile sınırlı oluşunun altını çizmiştir. Bu bağlamda, Royal Football Club Seraing kararı, spor hukuku ile AB hukuku arasındaki hassas dengeyi ve CAS kararları söz konusu olduğunda ulusal mahkemelerin kritik rolünü bir kez daha ortaya koymaktadır.

 

Bu yazıya atıf için: İlke Göçmen, “Spor Tahkim Mahkemesinin (CAS) Kararlarının Denetimi: Adalet Divanının Sözcüsü Ćapeta’nın Royal Football Club Seraing (C-600/23) Ön Karar Prosedüründeki Kararı, Yaşayan Avrupa Birliği Hukuku Blogu, 16/09/2025, Link: <https://yasayanabhukuku.blogspot.com/2025/09/CJ-C-600-23.html>

Bu yazıyı faydalı buldunuz mu? Hiç bir içeriği kaçırmayın bizi takip edin.

27 August 2025

DİN VE İNANCA DAYALI MESLEKİ GEREKLİLİKLER AÇISINDAN GERÇEKLİK KRİTERİ: HUKUK SÖZCÜSÜ MEDINA’NIN KATHOLISCHE SCHWANGERSCHAFTSBERATUNG (C-258/24) ÖN KARAR PROSEDÜRÜNDEKİ GÖRÜŞÜ

 

DİN VE İNANCA DAYALI MESLEKİ GEREKLİLİKLER AÇISINDAN GERÇEKLİK KRİTERİ: HUKUK SÖZCÜSÜ MEDINA’NIN KATHOLISCHE SCHWANGERSCHAFTSBERATUNG (C-258/24) ÖN KARAR PROSEDÜRÜNDEKİ GÖRÜŞÜ


Fotoğraf Bilgileri: Eser Sahibi: A.-K.D. / Wikimedia Commons

Merve Ağzıtemiz, Ankara Üniversitesi / Hukuk Fakültesi - Avrupa Birliği Hukuku Anabilim Dalı

Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) önünde görülen C-258/24 sayılı ön karar prosedüründe, Hukuk Sözcüsü Medina 10 Temmuz 2025 tarihinde görüşünü bildirmiştir. Bu davadaki temel soru, inanç temelli kuruluşlar olarak faaliyet gösteren işverenlerin, istihdam sürecinde, mesleki gereklilikler kapsamında belirli dini koşulları arayıp arayamayacağıdır. Bu husus, ayrımcılık hukuku bakımından oldukça önemli bir tartışmayı yeniden gündeme getirmiştir. Zira bu dava, Egenberger (ve ayrıca C-68/17-IR) kararının devamı niteliğinde olup, Egenberger’de bırakılan boşlukların doldurulma potansiyeli taşıdığından ayrıca önem arz etmektedir.

Bu yazıda öncelikle Avrupa Birliği’nin ayrımcılıkla mücadele alanındaki temel düzenlemelerinden biri olan 2000/78 sayılı Çerçeve İstihdam Direktifinin mesleki gereklilikler ile ilgili derogasyonu ele alınacak, ardından öncül karar niteliğinde olan Egenberger ve IR kararlarının ilgili paragrafları kısaca incelenecek ve son olarak Katholische Schwangerschaftsberatung davasında verilen Hukuk Sözcüsü görüşüne yer verilecektir.


2000/78 Sayılı Çerçeve İstihdam Direktifi

2000/78 sayılı Çerçeve İstihdam Direktifi, iş ve meslek hayatında eşit muamele ilkesini düzenleyen ve din ve inanç, engellilik, yaş ve cinsel yönelim temelinde ayrımcılığa karşı genel bir çerçeve oluşturan temel bir hukuki araçtır. Bununla birlikte Direktif, belirli sınırlı durumlarda ayrımcılık yasağının derogasyonlarını da içermektedir. Bunlardan biri de mesleki gerekliliklerdir (m. 4/1).

Mesleki gereklilik, din veya inanç, engellilik, yaş veya cinsel yönelimle ilgili bir özelliğin, belirli bir mesleki faaliyetin niteliği veya yürütüldüğü bağlam nedeniyle, meşru ve orantılı bir yaklaşımla, gerçek ve belirleyici bir gereklilik olarak kabul edilebildiği durumlarda söz konusu olmaktadır. İşverenler, istihdam sürecinde bu çerçevedeki koşulları karşılayan çalışanları tercih edebilmektedir. Ancak bu istisna dar yorumlanmalı ve yalnızca sınırlı hallerde uygulanmalıdır.

Çerçeve İstihdam Direktifi, mesleki gereklilikler derogasyonu kapsamında dini kurumlar bakımından özel bir düzenleme de içermektedir. (bkz. m. 4/2) Bu düzenleme ise ikili bir şekilde kaleme alınmıştır. Birincisi, kiliseler ve inanç ya da düşünce temelli değerleri bulunan kamu veya özel kuruluşlar, kuruluşun değerleri dikkate alınarak, mesleki faaliyetlerin niteliği veya yürütüldüğü bağlam nedeniyle, bir kişinin inancı veya düşüncesi “gerçek, meşru ve haklı” bir mesleki gereklilik oluşturduğunda farklı muamele uygulayabilecektir. Ancak bu farklı muamelenin hem üye devletlerin anayasal düzenlemeleri hem de AB hukukunun genel ilkeleri ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bu derogasyon başka temellere dayalı ayrımcılığı haklı çıkaracak şekilde genişletilmemelidir.

İkincisi, Direktifin diğer hükümlerine aykırılık teşkil etmemek koşuluyla, din veya inanç temelli kuruluşların, ulusal anayasa ve yasalara uygun biçimde hareket ederek, çalışanlarının iyi niyetle hareket etmelerini ve kurumun değerlerine sadık kalmalarını talep etme haklarının da korunduğu açıkça düzenlenmiştir. Bu düzenleme Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkındaki Antlaşma’nın (ABİHA) 17. maddesinde hüküm altına alınan, Birliğin, kiliselerin statülerine yaklaşımı çerçevesine de uygundur.


C-414/16 Egenberger ve C‑68/17 IR Kararları

Egenberger kararıyla ABAD, Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın (ABTHŞ) bireyler arası uyuşmazlıklarda nasıl uygulanabileceğini ortaya koymuştur. Bununla birlikte, Çerçeve İstihdam Direktifinde yerini bulan din ve inanç temelli mesleki gereklilikler derogasyonuna ilişkin de içtihadını oluşturmaya başlamıştır.

Somut olayda, Evangelisches Werk isimli kuruluş, bir uluslararası sözleşme çerçevesinde rapor hazırlatmak üzere belirli süreli iş ilanı açmış, fakat ilana başvurabilmek için Hristiyan Kilisesi’ne üyelik şartı getirmiştir. Kiliseye üye olmayan Bayan Egenberger, ilana başvurmuş ancak elenmiştir. Olay ulusal mahkeme tarafından ön karar prosedürüyle ABAD önüne taşınmıştır.

ABAD, burada bir yanda kiliselerin özerklik hakkı, diğer yanda işçilerin ayrımcılıktan korunma hakkı bulunduğunu, bu nedenle aralarında adil bir denge kurulması gerektiğini belirtmiştir (para. 51). Bununla birlikte, dinin, gerçek, meşru ve haklı bir mesleki gereklilik oluşturduğu durumlarda farklı muamelenin ayrımcılık sayılmayabileceğini kabul etmiş ancak her somut olayda bunun sıkı bir denetime tabi olması gerektiğini vurgulamıştır (para. 55). Bu bağlamda ABAD, mesleki gerekliliklerin hukuka uygun olarak yorumlanabilmesi için Direktifte yerini bulan üç kriteri yorumlamıştır. Buna göre:

Gerçeklik kriteri: Kilisenin/kuruluşun değerlerinin dayandığı din veya inancın kabul edilmesinin, söz konusu mesleki faaliyetin bu değerlerin tezahürü için önemi veya kilisenin özerklik hakkını kullanması nedeniyle gerekli görülmesidir. Özet olarak, ilgili mesleki faaliyetin, kilisenin değerlerinin tezahürü için gerekli olması unsurudur. (para.65)

Meşruluk kriteri: Kilisenin/kuruluşun değerlerinin dayandığı din veya inancın açıklanması gerekliliğinin, bu değer veya anlayışla ilgisi olmayan bir amaca ulaşmak için kullanılmamasını sağlamak olarak açıklanmaktadır. Özetle, bu şartın, din/inanç dışındaki amaçlar için kullanılmaması anlamına gelmektedir. (para. 66)

Haklılık kriteri: Mesleki gerekliliği uygulayan kilisenin/kuruluşun, olayın koşullarına göre bunu uygulamanın kendi değerleri veya özerklik hakkını korumak olduğunu göstermekle yükümlü olmasını kapsayan kriterdir. Ayrıca böyle bir derogasyonun uygulanmasının gerçekten gerekli olduğunun da ortaya koyulması gerekmektedir. Dolayısıyla, mesleki gerekliliğin uygulanmaması halinde, kilisenin değerlerinin veya özerkliğinin zarar görmesinin muhtemel ve ciddi olması unsurlarına bu aşamada bakılacaktır. Ayrıca bu gerekliliklerin orantılı olması gerektiği de belirtilmiştir (para. 67-68).

Sonuç olarak, Çerçeve İstihdam Direktifinin 4/2. maddesindeki mesleki gereklilikler, söz konusu kilise ya da kuruluşun değerleri ya da özerkliği ile bağlantılı olmayan çıkarım ve değerlendirmeleri kapsamayacaktır.

Egenberger kararından sonra verilen IR kararında, din ve inanç temelli mesleki gereklilikler tekrardan ele alınmıştır. Burada, JQ, Alman hukukuna göre kurulmuş ve Köln Başpiskoposu’nun denetimine tabi IR adlı limited şirket tarafından yönetilen bir hastanede İç Hastalıkları Bölüm Başkanı olarak görev yapmaktadır. IR, JQ’nun, Katolik inancına göre evlendiği ilk eşiyle boşandıktan sonra, bu evliliği kilise hukuku uyarınca geçersiz kılınmadan, ikinci kez sadece medeni nikâhla evlendiğini öğrendiğinde onu işten çıkarmıştır. IR’ye göre JQ, kilise hukuku bakımından geçersiz bir evlilik yaparak iş sözleşmesinden doğan sadakat yükümlülüğünü açıkça ihlal etmiştir. (para.23 vd.)

ABAD burada, Katolik Kilisesi tarafından savunulan evlilik anlayışına bağlı kalmanın, JQ’nun yürüttüğü mesleki faaliyetlerin niteliği (hastane ortamında tıbbi danışmanlık ve bakım sağlanması ile başında bulunduğu iç hastalıkları bölümünün yönetilmesi) dikkate alındığında, IR’nin değerlerini ilerletmek için gerekli görünmediğini belirtmektedir. Dolayısıyla öne sürülen bu gerekliliğin, gerçek bir gereklilik olmadığına ilişkin vurgu yapılmıştır. (para.58-59)

 

C-258/24 Katholische Schwangerschaftsberatung

Egenberger kararı ile mesleki gerekliliklerde gerçek, meşru ve haklı olma kriterleri genel olarak açıklanmış, IR kararı ile de mesleki gerekliliğin gerçekliği kısa da olsa tekrar sorgulanmıştır. Katholische Schwangerschaftsberatung davası ise ABAD’ın bu kriteri daha kapsamlı yorumlayabilmesi yönünde bir potansiyel barındırmaktadır.

Somut olayda, Katholische Schwangerschaftsberatung, Almanya’daki Katolik Kilisesi bünyesinde faaliyet gösteren bir kadın meslek birliğidir. Amacı, özellikle zor durumdaki çocuklara, gençlere, kadınlara ve onların ailelerine yardım etmektir. (para.3) Bu birlik, çalışanlarının iş sözleşmelerinde, Katolik Kilisesi’nin temel düzenlemelerine (22 Eylül 1993 tarihli Kilise hizmetindeki iş ilişkilerine ilişkin Temel Düzenleme) atıfta bulunmaktadır. Bu düzenleme, sadakat yükümlülüklerini açıkça öngörmektedir ve bu yükümlülüğün ağır ihlali işten çıkarma sebebidir. Katolik inananlar açısından kiliseden ayrılmak da bu kapsamda ağır bir ihlal sayılmaktadır. (para.4-5)

JB, 2006 yılından itibaren bu birlikte, diğerlerinin yanı sıra, hamilelikle ilgili projelerde danışman olarak çalışmıştır. Kendisiyle birlikte çalışanlar arasında Katolik Kilisesinden başka kiliselere üye olan kişiler de bulunmaktadır. Ekim 2013’te izindeyken, Katolik Kilisesi’nden ayrılma niyetini yetkili belediye makamına bildirmiştir. JB’nin temel amacı, yüksek gelirli eşi olan Katolik bir kişi sıfatıyla tabi olduğu ek kilise vergisinden muaf olmaktır. (para.6) Birlik ise JB’yi Katolik Kilisesi’ne yeniden katılmaya ikna etmeye çalışmıştır. JB’nin reddi üzerine, söz konusu kararının sadakat yükümlülüğünün ağır ihlali olduğu gerekçesiyle Haziran 2019’da JB işten çıkarılmıştır. (para.7) Ulusal mahkeme önüne gelen bu olay, ön karar prosedürü ile ABAD önüne taşınmış ve öncelikli olarak Hukuk sözcüsü görüşü verilmiştir.

Bu olayda temel sorun, bir dini kuruluşun, bağlı bulunduğu kiliseden ayrılması nedeniyle çalışanını işten çıkarmasının ayrımcılık teşkil edip etmediğinin değerlendirilip değerlendirilemeyeceğidir. Hukuk sözcüsü Medina, bu temel soruya cevap verirken ikili bir yol izlemiştir.

Birincisi, Hukuk Sözcüsü 2000/78 sayılı Direktifin 4/2. maddesi üzerinden hareket etmekte ve önceki tarihli ABAD kararlarındaki unsurları yinelemektedir. Buna göre, din ve inanç temelindeki farklı muamelenin hukuka uygunluğu, işverenin getirdiği mesleki gereklilik ile söz konusu faaliyet arasında nesnel olarak doğrulanabilir bir doğrudan bağın bulunmasına bağlıdır. (para.22) Bu bağlamda gerçek, meşru ve haklı bir mesleki gereklilik şartının bulunması gerekmektedir. Tıpkı Egenberger kararında olduğu üzere:

“Gerçek” kriterinin, bir kilise/ kuruluşun değerlerini oluşturan din veya inancı benimsemenin gerekli olması unsurunu ortaya koyduğu; (para.23)

“Meşru” kriterinin, dini koşulun din dışı amaçlarla kullanılmamasını ifade ettiği; (para.24)

“Haklı” kriterinin ise, mesleki gerekliliği öne süren kilise/ kuruluşun, değerlerine veya özerklik hakkına zarar verebilecek muhtemel ve önemli bir riskin varlığını göstermekle yükümlü olduğunu içerdiği vurgulanmıştır. (para.25)

Mesleki gerekliliklere uygulanan bu üç kriterin kümülatif olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla, bu kriterlerden birinin dahi yerine getirilmemesi, din ve inanç temelindeki farklı muamelenin haklı gösterilemeyeceği anlamına gelmektedir. (para.29) Somut olayda ise bu kriterlerden “gerçek” unsurunun karşılanmadığı ayrıca ve özellikle vurgulanmış ve bu hususta açıklamalar yapılmıştır. Zira söz konusu mesleki faaliyetin icrası kiliseye üyelik koşuluna bağlanmamışsa veya çalışanlar aynı faaliyeti farklı inançlara mensup olarak da yerine getirebiliyorsa, kiliseye üyeliğin devamı gerçek bir mesleki gereklilik haline gelmemektedir. (para.32)

İkincisi, Hukuk Sözcüsü ulusal hukuk AB hukuku çatışmasına ve Birliğin, üye devletlerdeki kiliselerin ulusal hukuk çerçevesindeki statülerine yaklaşımına değinmekte ve bu hususu mesleki gereklilik kriterleri ile bağdaştırmaktadır. Nitekim Hukuk Sözcüsü, Katolik Kilisesi’nden ayrılmanın kilise hukuku uyarınca en ağır ihlallerden biri olması, Alman Anayasa Mahkemesi’nin içtihadında da bu durumun kilisenin özerklik hakkı çerçevesinde geçerli bir fesih nedeni olarak kabul edilmesi ve ABİHA’nın 17. maddesinde hüküm altına alınan kiliselerin statülerine yaklaşım gibi hususlar çerçevesinde yorumunu yapmıştır.

Buna göre, AB Hukuku, kiliselerin statüsüne karşı tarafsız bir yaklaşım sergilemektedir.  Bununla birlikte, kiliselerin statüsü ile çalışanların din ve inanç temelinde ayrımcılığa uğramama hakkı arasında adil bir denge kurulması da amaçlamaktadır. Bu bakımdan, ABİHA m.17 düzenlemesi Çerçeve İstihdam Direktifi içerisine de yedirilmiştir. (para.35) Bununla birlikte, Kiliselerin özerklik hakkının koşullara tabi olduğu ve bu hakkın, ayrımcılık yasağını ve 2000/78 sayılı Direktifin 4/2. maddesinde öngörülen kriterleri anlamsız hâle getiremeyeceği de ifade edilmiştir. (para.36) Somut olayda ise, mesleki faaliyet bağlamında, belirli bir kiliseden ayrılan bir çalışan, o kiliseye mensup olmayan diğer çalışanlarla aynı konumdadır. Dolayısıyla, dini kuruluş, söz konusu mesleki faaliyetin o kiliseye mensup olmayan kişiler tarafından da icra edilebileceğini kabul etmişse, çalışanın kiliseden ayrılması, artık söz konusu faaliyeti yerine getiremeyeceği sonucuna varmak için yeterli olmayacaktır. (para.37)

Nitekim, kilise özerkliğinin, kilise üyeliğinin söz konusu mesleki faaliyet için gerekli olmadığı bir durumda, sadece kiliseden ayrılma nedeniyle feshe izin verecek şekilde kullanımına izin verilmesi, yargısal denetimden bir kaçış yolu olarak görülebilecektir. (para.38) Burada ayrıca, çalışanların dinini değiştirme özgürlüğünün de korunması gerekmektedir. Katolik inancına sahip olsun veya olmasın, tüm çalışanların görevlerini icra ederken uymakla yükümlü oldukları temel ilke ve değerlerin belirlenmesi doğaldır. Ancak, kiliseden ayrılmak, tek başına, çalışanın bu temel ilke ve değerlere uymaya devam etmeyeceğini varsaymak için yeterli bir unsur sayılamayacaktır. Aynı durum, kiliseden ayrılmanın işverenin çalışanına duyduğu güveni otomatik olarak ortadan kaldıracağı iddiası bakımından da geçerli olacaktır. (para. 41-42) Dolayısıyla somut olayda, mesleki gereklilik açısından kümülatif olarak karşılanması gerekli kriterlerden ‘gerçek’ kriterinin karşılanmadığı ifade edilmektedir. Bu bağlamda Hukuk Sözcüsü, diğer kriterlerin yerine getirilip getirilmediğine ilişkin ayrıntılı bir inceleme yapmaya gerek görmemiştir. (para.43-44)

 

Sonuç

Katholische Schwangerschaftsberatung davasında verilen Hukuk Sözcüsü görüşü, din ve inanca dayalı mesleki gerekliliklerin sınırlarını yeniden gündeme taşımıştır. Bu bağlamda, Egenberger kararında temelleri atılan (ve IR kararı ile daha ileriye taşınan) mesleki gereklilikler ile din ve inanç özgürlüğü arasındaki denge testinin somutlaştırılması yönünde güçlü bir yaklaşım öne sürülmüştür.

Hukuk Sözcüsü görüşü, kiliselerin özerklik hakkı ile çalışanların ayrımcılığa uğramama hakkı arasındaki gerilimi dengelemek amacıyla “gerçek, meşru ve haklı” kriterlerinin dar yorumlanması gerektiğini bir kez daha vurgulamış gibi görünmektedir. Somut olay üzerinden hareketle, mesleki gerekliliklerde “gerçeklik” kriterinin yokluğu, bu kriterin kiliselerin statüsü çerçevesinde ele alınması ve bunun sonuçları ortaya koyulmuştur. Bu yaklaşım, dini kurumların özerklik haklarını korurken, çalışanların temel haklarını ihlal etmemelerini sağlayan denetim mekanizmasının güçlendirilmesi açısından önem taşımaktadır.

Sonuç olarak, ABAD, Hukuk Sözcüsü görüşünü takip ederse (ki Hukuk Sözcüsü görüşleri ABAD kararları açısından bağlayıcı değildir) bunun pratikte potansiyel bir çıktısının olacağı da düşünülebilir. Nitekim, bir AB Hukuku kavramı daha net bir şekilde yorumlanmış olacaktır. Çerçeve İstihdam Direktifinde yer alan “gerçek meşru ve haklı mesleki gereklilik” ifadesinin daha açık bir şekilde ortaya koyulması, hukuki açıdan netlik yaratacak ve içtihat hukukunu zenginleştirecektir. Bununla birlikte, unutulmamalıdır ki ABAD önüne gelen her bir olay kendine özgü olup tekrar ve dikkatle inceleme yapmayı gerektirecektir.

18 July 2025

İklim Kanunu ve Emisyon Ticareti Sistemi: Avrupa Birliği’nin İzleri

 

 

Fotoğraf Bilgileri: Eser Sahibi: Freepik.

 

İlke Göçmen, Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Avrupa Birliği Hukuku Anabilim Dalı / Jean Monnet Chair (2019-2022) / The Alexander von Humboldt Foundation – Georg Forster Research Fellow for Sustainable Development (2023-2024)

 

Giriş

7552 sayılı İklim Kanunu, Türkiye’yi “Emisyon Ticaret Sistemi (ETS)” ile tanıştırmaktadır. Kanun, 9 Temmuz 2025 tarihli ve 32951 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir (madde 19). Kanunun amacı, “yeşil büyüme vizyonu ve net sıfır emisyon hedefi doğrultusunda iklim değişikliğiyle mücadele etmek” olarak belirlenmiştir (madde 1). Bu doğrultuda Kanun, diğer hususların yanı sıra, “iklim değişikliği ile mücadelede esas olan sera gazı emisyonlarının azaltılması”na odaklanmakta ve bu amaca ulaşmak için ana araç olarak ETS öngörmektedir (madde 9–11).

ETS ve onun tamamlayıcısı olarak Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) şu şekilde tanımlanmaktadır. ETS, “sera gazı emisyonlarına, net sıfır emisyon hedefine uygun bir üst sınır belirlenmesi ilkesine dayalı olarak çalışan ve tahsisatların alınıp satılması suretiyle sera gazı emisyonu azaltımını teşvik eden ulusal ve/veya uluslararası piyasa temelli mekanizma”dır (madde 2(1/g)). Buna ek olarak, ETS’yi tamamlayıcı nitelikte olmak üzere, SKDM kurulabileceği öngörülmektedir (madde 8(1/ç)). SKDM ise “gümrük bölgesinde, ithal edilen malların sera gazı emisyonlarının yönetimi mekanizması”dır (madde 2(1/bb)).

İklim Kanunu’nun madde gerekçeleri incelendiğinde, gerek ETS gerek SKDM yönünden, Avrupa Birliği’nin (AB’nin) etkisinin belirgin olduğu görülmektedir. ETS bağlamında, 9. maddenin gerekçesinde öncelikle AB’nin “en büyük ticari ortağımız” olduğu vurgulanmaktadır. Devamında ise AB’nin SKDM’sinin, Türkiye’nin ETS’si için temel itici güç olduğu ortaya konmaktadır. Buna göre, AB’nin SKDM’si “üçüncü ülkelerde ödenen karbon maliyetleri ölçüsünde ithalatçıya karbon maliyetinde indirim sağla[yacağı]” için Türkiye’nin ETS’si ile birlikte “AB’ye ödenmesi gereken karbon maliyetinin ülkemizde kalması ve sektörlerin yeşil dönüşümüne katkı sağlanması hedeflenmektedir”. Özetle: 

ihracatçımız, AB’de oluşacak bir ton karbondioksit fiyatı karşılığında, ülkemizde bir karbon fiyatı ödememiş ise, AB fiyatının tamamını ödemek durumunda kalacak, eğer ülkemizde ödediği bir karbon fiyatı var ise, AB fiyatı ile ödediği fiyat arasındaki farkı ödeyerek maliyetini azaltma imkânı olacaktır.

SKDM açısından ise, 8. maddenin gerekçesinde öncelikle AB’nin SKDM’sinin “ülkemiz ticareti bakımından öne çıkan hususlardan biri” olduğu vurgulanmaktadır. Devamında ise AB’nin SKDM’sinin amacı ile Türkiye’nin planlanan SKDM’sinin amacının büyük ölçüde örtüştüğü ifade edilmektedir:

AB, bu mekanizma ile yeşil dönüşümün yaratacağı maliyet karşısında Avrupa’nın rekabetçiliğinin korunması ve AB’deki üretimin, emisyon azaltım hedefi AB’den az olan ülkelere kaymasının önlenmesini hedeflemektedir. Benzer şekilde küresel ölçekte iklim değişikliği ile mücadeleye destek olabilmek ve aynı zamanda ülkemizdeki ticaretin ve sanayicinin korunmasını sağlayabilmek amacıyla ulusal ölçekte SKDM’nin kurulması hedeflenmektedir.”

Bu arka plan ışığında, bu yazının amacı, Türkiye’nin ETS’sini ve olası bir SKDM’sini, AB’deki tarihsel gelişim süreci bağlamında geriye dönük olarak incelemek ve günümüzde ulaşılan noktayı –nasıl ve neden ortaya çıktığıyla birlikte– açıklamaktır. Bu çerçevede, öncelikle AB’nin ETS’sinin ardındaki bazı uluslararası anlaşmalar, ardından AB’nin ETS’si ve nihayetinde AB ile bağlantılı olarak Türkiye’nin ETS’si sırasıyla ele alınacaktır.

Avrupa Birliği’nin Emisyon Ticareti Sisteminin Ardındaki Bazı Uluslararası Anlaşmalar

AB’nin ETS’si, ana hatlarıyla, genel olarak AB çevre politikasının, özelde ise iklim politikasının temel araçlarından biri olup, özellikle bazı uluslararası anlaşmaların etkisiyle şekillenmiştir. Bu bağlamda ilk olarak, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (United Nations Framework Convention on Climate Change / UNFCCC), (üyesi devletlerle birlikte) AB tarafından 1992 yılında imzalanmış, 1993 yılında onaylanmış ve 1994 yılında da yürürlüğe girmiştir (günümüzde 198 devlet UNFCCC’ye taraftır). UNFCCC’nin amacı, “atmosferdeki sera gazı yoğunluklarını, iklim sistemi üzerinde insan kaynaklı tehlikeli bir müdahalenin önüne geçecek bir düzeyde istikrara kavuşturmak”tır (madde 2). Ayrıca, “bu düzeye, ekosistemlerin iklim değişikliğine doğal biçimde uyum sağlayabilmesine imkân verecek yeterli bir zaman diliminde erişilmelidir” (madde 2). UNFCCC uyarınca taraflar, ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ilkesi çerçevesinde; örneğin, insan kaynaklı sera gazı emisyonlarını ve yutaklar yoluyla giderimlerini dikkate alarak, iklim değişikliğini azaltmaya yönelik ulusal programlar hazırlamak, uygulamak, yayımlamak ve düzenli olarak güncellemek gibi taahhütler üstlenmektedir (madde 4). UNFCCC, önemli bir başlangıç noktası oluşturmakla birlikte, Kyoto Protokolü’ne kadar herhangi bir bağlayıcı emisyon azaltım hedefi öngörmemektedir.

İkinci olarak, UNFCCC’ye eklenen Kyoto Protokolü, (üyesi devletlerle birlikte) AB tarafından 1998 yılında imzalanmış, 2002 yılında onaylanmış ve 2005 yılında da yürürlüğe girmiştir (günümüzde 192 devlet Kyoto Protokolü’ne taraftır). Kyoto Protokolü’nün amacı, “sürdürülebilir kalkınmayı teşvik etmek amacıyla”, taraflara sayısal olarak belirlenmiş emisyon sınırlama ve azaltma taahhütleri yüklemektir (bakınız madde 2). Kyoto Protokolü uyarınca taraflar, ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ilkesi temelinde iki gruba ayrılmıştır: Sanayileşmiş devletler ile piyasa ekonomisine geçiş sürecindeki bazı devletler, belirli bir zaman dilimi içinde sera gazı emisyonlarını belirli oranlarda azaltmayı taahhüt etmişken (EK B) geri kalan gelişmekte olan devletler bu türde bağlayıcı yükümlülükler üstlenmemiştir. İklim değişikliğine ilişkin olumsuz gelişmelerin ve bilimsel uyarıların artmasıyla birlikte, uluslararası toplum, sera gazı emisyonlarını azaltma yükümlülüğünü tüm taraf devletleri kapsayacak şekilde düzenleyen, bağlayıcı hedefler içeren yeni bir anlaşma arayışına girmiştir. Paris Anlaşması işte bu çabaların bir sonucudur.

Üçüncü olarak, Paris Anlaşması, (üyesi devletlerle birlikte) AB tarafından 2016 yılında imzalanmış ve onaylanmış ve aynı yıl yürürlüğe girmiştir (günümüzde 195 devlet Paris Anlaşması’na taraftır). Kyoto Protokolü’nden farklı olarak Paris Anlaşması, UNFCCC’ye ek bir protokol değil, kendi başına bağımsız bir uluslararası anlaşmadır. Bununla birlikte, işlevsel ve kurumsal açıdan UNFCCC ile sıkı bir şekilde bağlantılıdır (örneğin bakınız madde 14). Paris Anlaşması’nın amacı, “[UNFCCC’nin] uygulanmasını geliştirerek, sürdürülebilir kalkınma … bağlamında iklim değişikliği tehdidine karşı küresel yanıtı güçlendirmek”tir (madde 2). Paris Anlaşması uyarınca taraflar, ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ilkesi çerçevesinde; örneğin, “küresel ortalama sıcaklık artışını sanayi öncesi seviyelere kıyasla 2°C’nin oldukça altında tutma ve sıcaklık artışını 1.5°C ile sınırlama çabalarını sürdürmek” taahhüdünde bulunmaktadır (madde 2). Bu yönden, taraflar, ulusal katkı beyanı ile bağlayıcı emisyon azaltım hedefini belirlemeli, sera gazı yutaklarını ve rezervuarlarını korumak ve geliştirmek için önlem almalı ve uluslararası olarak emisyon azaltım haklarını transfer edebilmelidir (madde 4, 5, 6). Paris Anlaşması, bu yönüyle, UNFCCC süreci kapsamında yalnızca sınırlı sayıda tarafa yükümlülük getiren Kyoto Protokolü’nden farklı olarak, başta emisyon azaltımı olmak üzere temel taahhütleri tüm taraf devletler için geçerli hale getirerek bu rejimi evrenselleştirmektedir.

Avrupa Birliği’nin Emisyon Ticareti Sistemi

AB’nin ETS’si, yukarıda anılan uluslararası anlaşmaların arka planında, özellikle de Kyoto Protokolü’nden bu yana geliştirilmektedir. Öncelikle, bir ön tespit olarak belirtmek gerekir ki AB, sera gazı emisyonlarının azaltımı konusunda birbirini tamamlayıcı üç temel eksende ilerlemektedir (örneğin bakınız):

(i) sera gazı emisyonlarını azaltmak,

(ii) enerji verimliliğini artırmak,

(iii) yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını yaygınlaştırmak.

AB’nin sera gazı emisyonlarını azaltmaya yönelik düzenlemeleri, tarihsel gelişimleri ve geçirdikleri değişiklikler saklı kalmak kaydıyla, günümüzde üç ana başlık altında incelenebilir:

(i) ETS Direktifi (2003/87 sayılı Direktif),

(ii) Yük Paylaşımı Tüzüğü (2018/842 sayılı Tüzük),

(iii) Arazi Kullanımı, Arazi Kullanım Değişikliği ve Ormancılık Tüzüğü (2018/841 sayılı Tüzük).

Ana hatlarıyla;

(i) ETS Direktifi, AB’deki toplam sera gazı emisyonlarının yaklaşık %40’ını oluşturan elektrik ve ısı üretimi, endüstriyel imalat ve havacılık sektörlerinden kaynaklanan emisyonların azaltımını hedeflemektedir.

(ii) Yük Paylaşımı Tüzüğü, AB’deki toplam sera gazı emisyonlarının neredeyse %60’ını oluşturan yerel ulaşım (havacılık hariç), binalar, tarım, küçük ölçekli sanayi ve atık sektörlerinden kaynaklanan emisyonların azaltımını hedeflemektedir.

(iii) Arazi Kullanımı, Arazi Kullanım Değişikliği ve Ormancılık Tüzüğü ise, bağlayıcı net karbon giderimi ulusal hedefleri aracılığıyla, ormanlar gibi sera gazı yutaklarını ve rezervuarlarını korumayı ve geliştirmeyi esas almaktadır.

AB’nin ETS’si, kendi içinde sırasıyla 2005–2007, 2008–2012, 2013–2020 ve 2021–2030 yıllarını kapsayan dört ticari aşamaya ayrılmaktadır. Bu aşamalar dikkate alındığında, sistemin zaman içinde kapsamı ve işleyişi bakımından önemli bir dönüşüm geçirdiği görülmektedir:

- Kapsanan sektörler giderek genişletilmiştir.

- Kapsanan sera gazlarının sayısı artırılmıştır.

- Ulusal düzeyde belirlenen emisyon sınırlarının yerine, AB çapında tek bir emisyon tavanı getirilmiştir.

- Başlangıçta ağırlıklı olarak kullanılan ücretsiz tahsisat yöntemi, yerini kademeli olarak açık artırma (ihale) esasına bırakmıştır. Konumuz açısından önemi yönünden, bu geçiş sürecinde, karbon kaçağı riski altındaki sektörler için çeşitli koruyucu önlemler öngörülmüştür.

- AB’nin ETS’sinin, uluslararası karbon piyasalarıyla etkileşim kurmasına olanak tanınmıştır.

Bu gelişim süreci, AB’nin ETS’sinin giderek daha geniş kapsamlı, daha merkezi ve piyasa temelli bir yapıya evrildiğini ortaya koymaktadır.

AB’nin ETS’si ana hatlarıyla şu şekilde işlemektedir. İlk olarak, ETS, “üst limit ve ticaret” prensibine dayanır. Burada “üst limit”, sistem kapsamındaki işletmelerin salabileceği toplam sera gazı miktarını ifade eder ve bu üst limit, AB’nin iklim hedefleri doğrultusunda her yıl azaltılır. İkinci olarak, kapsanan işletmeler, faaliyet gösterebilmek için emisyon izleme ve raporlama kapasitesine sahip olduklarını göstererek yetkili makamlardan sera gazı emisyonu ruhsatı almalıdır. Üçüncü olarak, belirlenen üst limit çerçevesinde emisyon izinleri tahsis edilir; her izin bir ton CO₂ salımı yapma hakkını temsil eder. İzinler, ücretsiz tahsis edilebileceği gibi açık artırma yoluyla da satılabilir. Ayrıca işletmeler, ellerinde kalan izinleri başka işletmelere devredebilir veya ileride kullanmak üzere saklayabilir. Tüm bu işlemler Birlik Sicili’nde kayıt altına alınır. Dördüncü olarak, kapsanan işletmeler, her yıl emisyonlarını izlemek, raporlamak ve yıllık emisyonlarını karşılayacak miktarda izin teslim etmekle yükümlüdür. Bu yükümlülükler yerine getirilmediğinde para cezaları uygulanır. Beşinci olarak, emisyon izni satışlarından elde edilen gelirler, ister üye devlet bütçelerine ister AB bütçesine aktarılsın, ana hatlarıyla yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve düşük karbon teknolojilerine yatırım yapmak amacıyla kullanılmalıdır. Sonuç olarak, AB’nin ETS’si, işletmeleri maliyet etkin bir şekilde emisyon azaltmaya teşvik eden, piyasa temelli bir araç olarak işlev görmektedir.

AB’nin ETS’si, özellikle ücretsiz tahsisattan açık artırma yoluyla satışa geçtikçe, bu AB içi karbon fiyatlandırma mekanizmasının AB dışı ticaret boyutundaki tamamlayıcısı olarak SKDM ortaya çıkmıştır (Bkz. SKDM Tüzüğü (2023/956 sayılı Tüzük) madde 1(2 ve 3)). Şöyle ki, kapsanan işletmeler uluslararası piyasalarda faaliyet gösteriyor ve iş yaptıkları devletlerde AB’nin ETS’sine benzer bir sistem bulunmuyorsa, karbon kaçağı riski doğmaktadır: Böyle bir durumda işletmeler, ya üretim faaliyetlerini karbon maliyetlerinin bulunmadığı üçüncü devletlere kaydırmak isteyebilir ya da bu devletlerden gelen daha düşük maliyetli ürünlerle rekabet etmekte zorlanabilir. AB, bu karbon kaçağı riskini yönetmek amacıyla başlangıçta kapsanan işletmelere belirli kriterler çerçevesinde ücretsiz emisyon izni tahsisatı sağlamayı tercih etmiştir. Buna karşın, zamanla bu ücretsiz tahsisatların oldukça azaltılmasıyla birlikte, AB, eşdeğer maliyet yükünü AB dışı işletmecilere de yansıtmak amacıyla SKDM uygulamasına geçmeyi tercih etmiştir.

Bu arka planda, AB’nin SKDM’si ile ilgili olarak başlangıcı, geçiş dönemi, planlanan nihai uygulama dönemi, önerilen değişiklikler ve uluslararası düzeydeki itirazlar hakkında bazı bilgiler sunulabilir. İlk olarak, SKDM, AB’ye ithal edilen belirli ürünlerin üretimi sırasında ortaya çıkan gömülü karbon emisyonları için, AB’nin ETS’sine eşdeğer bir karbon fiyatının ödenmesini teyit etmeye yönelik bir mekanizmadır (bakınız SKDM Tüzüğü madde 1). İkinci olarak, SKDM, 2023–2026 yılları arasında geçiş dönemindedir ve bu süre zarfında çimento, demir-çelik, alüminyum, gübre, elektrik ve hidrojen gibi karbon yoğun ve karbon kaçağı riski yüksek ürünlerin ithalatçıları yalnızca raporlama yükümlülüğüne tabidir. Üçüncü olarak, SKDM, 2026’dan itibaren nihai uygulama dönemine geçecektir ve şu şekilde işleyecektir: İthalatçılar ulusal yetkili makamlara kayıt yaptıracak ve ithal ettikleri ürünlerin gömülü emisyonlarına karşılık gelen SKDM sertifikalarını, AB’nin ETS’si ile paralel belirlenen bir fiyat üzerinden satın alarak yıllık bazda teslim etmekle yükümlü olacaktır. İthalatçı, köken devlette üretim sırasında zaten bir karbon fiyatı ödendiğini belgeleyebilirse, bu miktar mahsup edilebilecektir. Dördüncü olarak, Komisyon, 2025 yılında, özellikle küçük ithalatçılar üzerindeki idari yükü azaltmak amacıyla yılda 50 tonun altında ithalat gerçekleştiren işletmelere muafiyet getiren bir eşik önerisinde bulunmuş olup, ilgili yasama süreci hâlen devam etmektedir. Son olarak, SKDM, uluslararası düzeyde itirazlarla karşılaşmıştır. Örneğin, Rusya, AB’nin SKDM’sine (ve ETS’sine) ilişkin düzenlemelerin, diğerlerinin yanı sıra, Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT 1994) kapsamındaki yükümlülüklerle bağdaşmadığını ileri sürerek Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) nezdinde uyuşmazlık çözüm sürecini başlatmıştır.

Bu bağlamda, Türkiye’nin İklim Kanunu’nun, dolayısıyla ETS’sinin ve olası SKDM’sinin, AB’deki bu gelişmeler ışığında değerlendirilmesi yerinde olacaktır.

Avrupa Birliği ile Bağlantılı Olarak Türkiye’nin Emisyon Ticareti Sistemi

Türkiye’nin İklim Kanunu ile birlikte getirilen ETS’sinin iki temel amaca hizmet ettiği söylenebilir. Bir yandan, Türkiye’nin ETS’si, tıpkı AB’nin ETS’sinde olduğu gibi, özellikle bazı uluslararası anlaşmalar kapsamındaki yükümlülüklerin yerine getirilmesi açısından bir araç işlevi görmektedir. Bu çerçevede Türkiye, UNFCCC’ye 2004 yılında, Kyoto Protokolü’ne 2009 yılında ve Paris Anlaşması’na 2021 yılında taraf olmuştur. Çalışmanın Giriş bölümünde de belirtildiği üzere, İklim Kanunu’nun amacı, “yeşil büyüme vizyonu ve net sıfır emisyon hedefi doğrultusunda iklim değişikliğiyle mücadele etmek” olarak tanımlanmıştır (madde 1). Bu kapsamda Kanun, özellikle sera gazı emisyonlarının azaltılmasını esas alan bir yaklaşım benimsemekte; bu doğrultuda ETS’yi temel araç olarak öngörmektedir (madde 9–11). Diğer yandan, yine çalışmanın Giriş kısmında da belirtildiği üzere, Türkiye’nin ETS’si, AB’nin ETS’sinin dış ticaretteki tamamlayıcısı olan SKDM’sine karşılık oluşturulmuş bir politika aracı niteliği de taşımaktadır. Nitekim İklim Kanunu’nun Gerekçesi’nde de belirtildiği üzere, Türkiye’nin ETS’si, “en büyük ticaret ortağımız” olan AB’nin SKDM’si kapsamında, “üçüncü ülkelerde ödenen karbon maliyetleri ölçüsünde ithalatçıya karbon maliyetinde indirim sağlanması”na imkân tanıyan düzenlemelerden yararlanma amacını da yansıtmaktadır (madde 9 gerekçesi).

İşte bu ikinci amaç, Türkiye – AB ilişkilerinin hem üyelik hem de ortaklık yönü bağlamında şu şekilde değerlendirilebilir. Üyelik ilişkisi açısından, Türkiye, örneğin 2008 yılındaki Ulusal Program ile birlikte, diğerlerinin yanı sıra, 2011 sonrasında ETS Direktifi’ne uyum bağlamında “emisyon ticaretine yönelik usul ve esasların belirlenmesi” hususunda düzenleme yapacağını belirtmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’nin İklim Kanunu ile hayata geçirdiği ETS’si AB’ye üyelik sürecinde müktesebata uyum yükümlülüğünün bir uzantısı olarak görülebilir. Öte taraftan, söz konusu taahhüdün 2011 sonrası için öngörülmüş olmasına rağmen ancak 2025 yılı itibarıyla hayata geçirilmiş olması, Türkiye’nin ETS’sinin esasen üyelik perspektifi doğrultusundan çok, AB’nin SKDM’si kapsamında ortaya çıkan dış ticaret kaynaklı maliyetlerden kaçınma yönündeki gereksinimle şekillendiğine işaret etmektedir.

Ortaklık ilişkisi açısından ise konu, Türkiye ile AB arasındaki mevcut gümrük birliğinin güncellenmesi sürecinin parçası olarak ele alınabilir. Türkiye, 1963’te imzalanıp 1964’te yürürlüğe giren Ankara Anlaşması, 1970’te imzalanıp 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol ve 1995 tarihli 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı temelinde AB ile bir gümrük birliği kurmuştur. Bu gümrük birliği, ana hatlarıyla, tarım ürünleri hariç tüm malların taraflar arasında serbest dolaşımını sağlamaya yöneliktir. Söz konusu hukuki belgelerin tarihine bakıldığında, gümrük birliği kurulurken mal ticareti ile çevre arasındaki ilişki henüz ön planda bulunmamaktadır. Bu nedenle, ortaklık belgeleri mal ticareti ile çevre arasındaki ilişkiye dair doğrudan bir düzenleme içermemektedir. Buna karşın, Avrupa Komisyonu 2016 yılında gümrük birliğinin güncellenmesi müzakerelerini başlatmak üzere tavsiyede bulunmuştur. Her ne kadar bu tavsiye Konsey tarafından henüz karara bağlanmamış olsa da, Komisyonun Etki Değerlendirmesi incelendiğinde, olası bir güncelleme kapsamında sürdürülebilir kalkınma çerçevesinde AB’nin ETS’si ve SKDM’si ile uyumun gündeme gelmesi beklenebilir. Örneğin, 1 Temmuz 2025 tarihinde düzenlenen Türkiye-AB Yüksek Düzey Ticaret Diyaloğu toplantısında, özellikle AB’nin SKDM’si ve döngüsel ekonomiye odaklanarak yeşil dönüşüm alanında iş birliğinin derinleştirilmesi konuları ana gündem maddeleri arasında yer almıştır.

Bu arka planda, AB’nin SKDM’si ile bütünüyle karşı karşıya kalmamak bakımından, biri AB hukukuna, diğeri ise uluslararası düzleme ilişkin bazı gelişmelerden söz edilebilir. AB hukuku bakımından, ilk olarak, Avrupa Ekonomik Alanı’nda olan Norveç, İzlanda ve Lihtenştayn, Avrupa Ekonomik Alanı Anlaşması çerçevesinde Ortak Komitenin 146/2007 sayılı kararıyla, 2008 yılında AB’nin ETS’sinin bir parçası hâline gelmiştir. Bu nedenle, AB’nin SKDM’si bu devletlere karşı uygulanmayacaktır (bakınız SKDM Tüzüğü madde 2(6)). İkinci olarak, İsviçre, ETS Direktifi’nin 25. maddesinde tanınan imkân çerçevesinde ve AB ile akdettiği bir uluslararası anlaşma temelinde, 2020 yılında kendi ETS’sini AB’nin ETS’si ile tam olarak bağlantılandırmıştır. Dolayısıyla, AB’nin SKDM’si bu devlete karşı uygulanmayacaktır (bakınız SKDM Tüzüğü madde 2(6)). Üçüncü olarak, Birleşik Krallık, 2020 yılında AB’den çekilmiş olup, ETS Direktifi’nin 25. maddesinde tanınan imkân çerçevesinde ve AB ile bir akdedeceği bir uluslararası anlaşma temelinde kendi ETS’sini AB’nin ETS’si ile tam olarak bağlantılandırabilsin diye, Temmuz 2025 itibariyle müzakerelerin başlatılması hedeflenmektedir. Böyle bir anlaşma akdedilirse AB’nin SKDM’si bu devlete karşı uygulanmayacaktır (bakınız SKDM Tüzüğü madde 2(6)). Dördüncü olarak, AB’nin SKDM’si, üçüncü bir devletin ETS’sinin ithalat sırasında dikkate alınabileceğini, başka bir deyişle, bu durumda ödenecek SKDM bedelinin azaltılabileceğini öngörmektedir (SKDM Tüzüğü madde 9). İklim Kanunu’nun madde gerekçelerine bakıldığında, Türkiye’nin de ilk aşamada bu ihtimali hayata geçirmek istediği görülmektedir (madde 9 gerekçesi). Bununla birlikte, zaman içinde, Norveç, İzlanda ve Lihtenştayn gibi AB’nin ETS’sinin bir parçası hâline gelmek veya İsviçre ve Birleşik Krallık örneklerinde olduğu gibi kendi ETS’sini AB’nin ETS’si ile bağlantılandırmak gibi alternatiflerin de –belki de gümrük birliğinin güncellenmesi sürecinin bir parçası olarak– tartışılması mümkün olabilecektir.

Bunun yanı sıra, ETS ile ilgili uluslararası düzeydeki çeşitli çalışmaların ve girişimlerin takip edilmesi de önem arz etmektedir. Örneğin Uluslararası Sürdürülebilir Kalkınma Enstitüsü (International Institute for Sustainable Development (IISD)), Temmuz 2025’te sınırda karbon düzenleme mekanizmalarına ilişkin bir rapor yayımlamıştır. Buna ek olarak, Japonya, Kore, Avustralya ve Birleşik Krallık, 4 Temmuz 2025 tarihinde DTÖ’nün Ticaret ve Çevre Komitesi nezdinde “Gömülü Emisyonların Ölçümüne Yönelik Bağlayıcı Olmayan Yöntem Rehberi” başlıklı ortak bir bildiri sunmuştur. Bu bildiri, sınır ötesi ticarete konu mallarda yer alan karbon emisyonlarının ölçümünde şeffaflık ve yöntemsel uyumun artırılması hedefini taşımaktadır. Türkiye’nin İklim Kanunu ile birlikte getirilen ETS’si, AB ile ilişkilerin yanı sıra bu tür uluslararası gelişmelerin de yakından izlenmesini gerekli kılmaktadır.

Sonuç

Sonuç olarak, Türkiye’nin kendi ETS’sinin ve olası SKDM’sinin geliştirmesinde temel itici gücün, AB’nin önemli bir ticaret ortağı olması ve bu bağlamda SKDM ile karşı karşıya kalmak istememesi olduğu görülmektedir. Bu nedenle, uluslararası düzeydeki gelişmelerin yanı sıra, AB’deki gelişmeleri yakından takip etmek büyük önem taşımaktadır. Zira AB ile Türkiye’nin sistemleri ne kadar uyumlu çalışırsa, bu iki taraf arasındaki uluslararası ticaretin sürdürülebilmesi de o ölçüde kolaylaşacaktır. Artık sırada, bir yandan Türkiye’nin kendi ETS’sinin ve olası SKDM’sinin uygulamaya geçirilmesini beklerken diğer yandan uluslararası düzeydeki gelişmelerin yanı sıra AB’deki gelişmeleri izlemek bulunmaktadır.

 

Bu yazıya atıf için: İlke Göçmen, “İklim Kanunu ve Emisyon Ticareti Sistemi: Avrupa Birliği’nin İzleri”, Yaşayan Avrupa Birliği Hukuku Blogu, 18/7/2025, Link: <https://yasayanabhukuku.blogspot.com/2025/07/ETSveSKDM.html>


Bu yazıyı faydalı buldunuz mu? Hiç bir içeriği kaçırmayın bizi takip edin.