07 May 2024

AB Markası Tescilinde Kamu Düzeni Kavramının Uygulanması: Escobar v EUIPO (Pablo Escobar) Kararı (T‑255/23)

 

AB Markası Tescilinde Kamu Düzeni Kavramının Uygulanması: Escobar v EUIPO (Pablo Escobar) Kararı (T‑255/23)


Fotoğraf Bilgileri: Eser Sahibi: Juandax / Wikimedia Commons 

Merve Ağzıtemiz, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Avrupa Birliği Hukuku Anabilim Dalı

Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) – Genel Mahkemesi, 17 Nisan 2024 tarihinde Escobar v EUIPO (Pablo Escobar) davasındaki (T‑255/23) kararını açıklamıştır. Bu karar ile, Avrupa Birliği (AB) Markası tescilleri kapsamında kamu düzeni kavramının nasıl kullanılacağına ilişkin tespitler yapılmıştır. Bu bağlamda, Genel Mahkeme, bu alandaki içtihadını devam ettirmiştir. (Bkz. T-1/17 - La Mafia Franchises v EUIPO) Ön bilgi olarak, AB markası, AB’de geçerli olan ve üye ülkelerin tamamında koruma sağlayan bir sistemdir. AB Markası olarak tescil edilen markalar, ulusal markalarla birlikte var olmaktadır. AB Marka başvurusu, Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) nezdinde yapılmaktadır. EUIPO' nun kararlarından doğan uyuşmazlıklar, Genel Mahkeme önüne getirilebilmektedir. (2017/1001 sayılı AB Markası Tüzüğü m.71-72)

1-    VAKALAR:

30 Eylül 2021 tarihinde ‘Pablo Escobar’ ifadesinin bir AB Markası olarak tescil edilmesi yönünde, EUIPO’ya başvurulmuştur. Bu başvuru, Markaların Tescili Amaçları İçin Eşyaların ve Hizmetlerin Uluslararası Sınıflandırması Hakkında Nice Anlaşması’nda belirlenen belirli kategoriler açısından yapılmıştır. Bu başvuru, 1 Haziran 2022’de, 2017/1001 sayılı AB Markası Tüzüğünün 7/1. maddesi temelinde reddedilmiştir. 26 Temmuz 2022 tarihinde bu karara karşı EUIPO bünyesinde temyiz başvurusunda bulunulmuştur. EUIPO Temyiz Kurulu, tescili istenen markanın, kamu düzeni ve genel kabul gören ahlak ilkelerine aykırı olduğu gerekçesiyle bu itirazı reddetmiştir. Davacı, EUIPO’ nun bu kararının iptal edilmesini talep etmektedir.

2-    KARAR:

Genel Mahkeme, kararını üç nokta üzerinden şekillendirmiştir. Bunlar: (i) 2017/1001 sayılı AB Markası Tüzüğünün 7/1. maddesinin ihlaline ilişkin itiraz, (ii) 2017/1001 sayılı AB Markası Tüzüğünün 94/1. maddesinin ihlaline ilişkin itiraz ve (iii) AB Temel Haklar Şartı’nın (ABTHŞ) 48. maddesinde güvence altına alınan masumiyet karinesi temel hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddia olarak sıralanmaktadır. Devam eden paragraflarda bu maddeler tek tek ele alınacaktır:

(i)             2017/1001 sayılı AB Markası Tüzüğünün 7/1. maddesinin ihlaline İlişkin İddia Hakkındaki İtiraz

EUIPO Temyiz Kurulu'nun, kamu düzeni ve genel kabul gören ahlaki ilkelere aykırılık temelinde verdiği ret kararında, 2017/1001 sayılı AB Markası Tüzüğünün 7/1(f) maddesinin yanlış yorumladığı veya uygulandığı iddia edilmektedir. Davacı, ilgili Tüzüğün 7/1(f) maddesinde, 'kamu düzeni' ve ‘genel kabul gören ahlaki ilkelere’ aykırılık kavramlarının tanımının bulunmadığını vurgulamaktadır. Bu nedenle, bir markanın, kamu düzeni veya genel kabul gören ahlaki ilkelere aykırı olup olmadığının incelenmesinde, AB’deki ya da bir kısmındaki kamuoyunun algısına bakılmalıdır. Çünkü kamu düzeni ve ahlaki ilkeler, bir üye devletten diğerine farklılık gösterebilir. Ayrıca, içtihatlar doğrultusunda, 7/1(f) maddesi dikkatli ve dar bir anlayışla uygulanmalı ve bir marka, sadece gerçekten toplumun temel ahlaki değerleri ve standartlarıyla uyumsuz olarak algılandığı durumlarda kamu düzeni temelinde uygunsuz olarak değerlendirilmelidir. Bu bakımdan davacı, EUIPO Temyiz Kurulunun, İspanya kamuoyunun çoğunluğunun algısını değerlendirmediğini ve ilgili düzenlemenin fazla serbestçe uygulandığını iddia etmektedir. (para. 11-13)

Genel Mahkeme, öncelikle, AB hukuku gereğince, kamu düzeni veya genel kabul gören ahlaki ilkelere aykırı olan markaların kaydedilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Genel Mahkeme’ye göre, buradaki kamuoyu, tescili talep edilen mal ve hizmetlerin doğrudan yöneldiği grupla sınırlı tutulmamalıdır. Tescili istenen markanın, bu mal ve hizmetlerle ilgilenmeyen ancak günlük yaşamlarında rastgele olarak bu markayla karşılaşacak diğer kişiler açısından da bir şaşkınlık unsuru yaratabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. (para.17, ayrıca bkz. Case T‑1/17) Ayrıca, Tüzükteki bu ret sebebine dayalı karar verilirken, salt olarak AB'nin tüm üye devletlerinde ortak olan tutumlar değil, ilgili devletlerdeki kamuoyunun algısını etkileyebilecek olan bireysel ve özel durumlar da göz önünde bulundurulmalıdır. (para. 18)

Temyiz Kurulu, tescili istenen markanın kapsadığı mal ve hizmetlerin, günlük tüketim ürünlerinden, yüksek düzeyde ve son derece sofistike ürün veya hizmetlere kadar değişen bir yelpazede bulunduğunu ve hem mesleki hem de genel kamuoyuna yöneldiğini belirlemiştir. Bununla birlikte, özellikle tarihsel bağlar nedeniyle İspanya halkının, Kolombiya'da Medellín kartelini kuran ve tek lideri olan Kolombiyalı Pablo Escobar’a en aşina halk olduğu belirtilmiş ve marka tescilinin reddi kararında bu husus dikkate alınmıştır. (para. 19) Temyiz Kurulu, tescili istenen markanın, en azından İspanyol kamuoyunun önemli bir kısmında, uyuşturucu baronu ve narko-terörizmin simgesi olarak algılanan Pablo Escobar ile ilişkilendireceğini değerlendirmiştir. (para. 21) Böyle bir bağlantının ise modern demokratik toplumlarda kabul edilemez olarak algılanacağı vurgulanmıştır. Temyiz Kuruluna göre, bu, sadece İspanya'da değil, aynı zamanda tüm AB üye devletlerinde tanınan ahlaki ilkelerin tamamen tersidir ve toplumun genel çıkarlarının, sosyal huzurun ve düzenin korunmasına yönelik en ciddi tehditlerden birini oluşturmaktadır. (para. 22)

Davacı, Temyiz Kurulunun, toplumun büyük bölümünü ele alarak değerlendirme yapmadığını iddia etmektedir. Genel Mahkemeye göre, Temyiz Kurulu, İspanyol kamuoyunda makul kabul edilebilecek ve ortalama hassasiyet ve hoşgörü eşiklerine sahip olan kişilerin algısını doğru bir şekilde değerlendirmiştir. Bu kişiler, Avrupa Birliği'nin dayandığı bölünmez ve evrensel değerleri paylaşmaktadır. Dolayısıyla, davacının, AB Markası Tüzüğünün ilgili maddesinin yanlış yorumlandığı, yanlış uygulandığı veya fazla serbestçe uygulandığı yönündeki iddiaları haklı değildir. (para. 26) Genel Mahkeme ayrıca, Pablo Escobar isminin, ilgili kişinin Kolombiya'daki kimi gruplara yönelik olası iyi davranışları yerine uyuşturucu kaçakçılığı ve bu durumdan kaynaklanan suçlar ve acılar ile ilişkilendirileceğine yönelik Temyiz Kurulu kararına katılmaktadır. Temyiz Kurulunun, tescil edilmek istenen markanın, İspanyol toplumunda hâkim olan temel değerler ve ahlaki standartlara aykırı olarak algılanacağı şeklinde bir sonuca varması haklı görülmüştür. (para. 27) Sonuç olarak, davacının bu ilk iddiası reddedilmiştir.

(ii)           2017/1001 sayılı Tüzüğün 94/1. maddesinin İhlaline İlişkin İddia Hakkındaki İtiraz

EUIPO, 2017/1001 sayılı AB Markası Tüzüğünün 94/1. maddesine uygun olarak, kararlarında dayandığı gerekçeleri belirtmelidir. Bununla birlikte, kararların gerekçeleri belirtilirken, tarafların sunduğu her argüman hakkında bir görüş bildirmek zorunluluğu bulunmamaktadır. Bu bağlamda, karar açısından belirleyici öneme sahip olan durumlar ve hukuki değerlendirmelerin açıklanması yeterlidir. (para. 33) Genel Mahkemeye göre, Temyiz Kurulunun kararı, bu düzenlemeye uygun ve yeterince açık bir şekilde verilmiştir. Tescil başvurusunda bulunan tarafın, bu başvurusunu, buna benzer önceki başvurularla karşılaştırmaya yönelik savunmasının Temyiz Kurulu tarafından ele alınmadığı hususundaki itirazı da yersizdir. Kararından, eski suçluların adlarıyla ilgili kayıtların simgesel hale geldiği, tarihsel olaylarla ilişkili olduğu ve zamanla ofansif karakterlerinin azalmış olabileceği anlaşılmaktadır. Karardan görüleceği üzere, Pablo Escobar ifadesinin tescili talebiyle bu gibi eski kayıtların durumu karşılaştırılabilir değildir. (para. 36) Dolayısıyla, bu ikinci iddia da reddedilmiştir.

(iii)         AB Temel Haklar Şartı’nın 48. Maddesinin İhlal Edildiğine İlişkin İddia

Temyiz Kurulu'nun, Pablo Escobar'a atfedilen suç eylemlerine dayanarak marka tescilini reddetmesiyle, özellikle ABTHŞ’nin 48. maddesinde öngörüldüğü üzere, masumiyet karinesine ilişkin temel hakkı dikkate alma yükümlülüğünü ihlal ettiği iddia edilmiştir. (para. 39) Temyiz Kurulu, Pablo Escobar'ın, literatür ve filmlerle oluşturulan imajını göz önünde bulundurmuştur. Buna göre, Pablo Escobar’ın, İspanyol kamuoyunun önemli bir kısmı tarafından, bir suç örgütünün lideri ve sayısız suçtan sorumlu olarak algılandığı gerçeğinin etkilenmediği sonucuna varılmıştır. (para 41)

Genel Mahkemeye göre, AB Markası Tüzüğünün 7/1. maddesi (iddia edildiği üzere) masumiyet karinesi bağlamında ele alınmalıdır. Nitekim ilgili Tüzüğün Dibacesinde söz konusu düzenlemenin, temel haklara uygun şekilde uygulanması gerektiği belirtilmiştir. (para. 44)  Kurul kararında, Pablo Escobar’ın, Kolombiya, Amerika veya Avrupa mahkemeleri tarafından hiçbir zaman mahkûm edilmemiş olduğu, buna rağmen, o zamanki Kolombiya hükümetiyle yapılan bir anlaşmanın parçası olarak kendi hapishanesinde gönüllü olarak kaldığı belirtilmiştir. Buna karşılık, AB değerlerini paylaşan ve ortalama değerlendirme eşiğine sahip kimseler açısından bu kişinin, büyük bir acıya neden olan bir suç sembolü olarak algılandığı da eklenmiştir. Genel Mahkemeye göre, bu değerlendirmeler, dosyadaki kanıtlar ışığında sağlam bir temele dayanmaktadır. Bu nedenle, Temyiz Kurulu, Pablo Escobar'ın masumiyet karinesi çerçevesindeki haklarına değinmeksizin, AB Markası Tüzüğünün ilgili maddesinin uygulanma koşullarının sağlandığına karar verme yetkisine sahip görülmüştür. (para. 46-48) Genel Mahkeme, bu bağlamda üçüncü iddiayı da reddetmiştir.

3-    SONUÇ:

Pablo Escobar ifadesinin AB Markası olarak tescil başvurusunun EUIPO tarafından reddi, AB Markası Tüzüğünün kamu düzeni ve genel ahlaka aykırılık düzenlemesi çerçevesinde ele alınmıştır.  Genel Mahkeme kararı da bu ret kararının haklılığı üzerinden şekillenmiştir. Nitekim, Genel Mahkeme, kamu düzeni kavramının sınırlarını geniş bir şekilde ele almış ve bu alandaki önceki tarihli içtihadını sürdürmüştür.  Tabi ki Genel Mahkemenin bu yorumunun olaya özgü olduğu unutulmamalı ve ilgili kavramın, her bir olay temelinde ve vakalara uygun şekilde ele alınacağı değerlendirilmelidir.

Görüldüğü üzere bu olayda, kamuoyunun, medyaya yansıdığı şekilde Pablo Escobar’ı bir uyuşturucu baronu olarak kabul ettiği düşüncesinden hareket edilmiştir. Ayrıca, kamuoyunun algısını şekillendiren bir başka unsur olan, İspanya ile Kolombiya arasındaki tarihi bağlantılar da bir değerlendirme unsuru olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla söz konusu tescilin kabulü, İspanyol toplumunda egemen olan temel değerler ve ahlaki standartlarla çelişir olarak yorumlanmıştır.

Bu karardaki bir başka önemli nokta ise temel haklar üzerinden yapılan değerlendirmedir. Genel Mahkemeye göre, burada masumiyet karinesine ilişkin bir hak ihlali bulunmamaktadır, çünkü hiçbir zaman mahkûm edilmemiş olmasına rağmen Pablo Escobar, İspanya'da kamuoyu nezdinde organize suçun bir sembolü olarak algılanmaktadır.

 

Bu yazıyı faydalı buldunuz mu? Hiç bir içeriği kaçırmayın bizi takip edin.

 

 

03 May 2024

Bir Üçüncü Ülke (Türkiye) Vatandaşlığının Kazanılmasıyla Birlikte Bir Üye Devlet (Almanya) Vatandaşlığının ve Dolayısıyla Birlik Vatandaşlığının Kaybı: Adalet Divanının S.Ö. and Others (C-684-686/22) Kararı

 

Fotoğraf BilgileriImage by Wilson Joseph from Pixabay


İlke Göçmen, Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Avrupa Birliği Hukuku Anabilim Dalı / Jean Monnet Chair (2019-2022) / The Alexander von Humboldt Foundation – Georg Forster Research Fellow for Sustainable Development (2023-2024)


Giriş

Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD), 25 Nisan 2024 tarihinde S.Ö. and Others (C-684-686/22) davasındaki kararını açıklamıştır. Bu dava, ana hatlarıyla, bir üçüncü ülke vatandaşlığının kazanılmasıyla birlikte bir üye devlet vatandaşlığının ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığının kaybı ile ilgilidir. Öz olarak, ABAD’a göre, o güne kadar verdiği diğer kararlardaki tespitlerinden hareketle, bir üçüncü ülke (Türkiye) vatandaşlığının (yeniden) kazanılması halinde bir üye devlet (Almanya) vatandaşlığının otomatik kaybı, ilke olarak, AB hukukuna aykırılık taşımamaktadır. Buna karşın, bir üye devlet (Almanya) vatandaşlığının otomatik kaybı aynı zamanda Birlik vatandaşlığının kaybı anlamına geldiğinde, AB hukuku uyarınca orantılılık ve etkililik ilkeleri gereği, ilgili kişiler açısından bu kaybın sonuçları AB hukuku ışığında bireysel incelemeye tabi tutulmalıdır.

S.Ö. and Others kararı, Türk vatandaşlığı ile ilgilisi nedeniyle Ülkemiz açısından açıkça önemli olsa da, AB hukuku açısından orta derecede önemli olduğu söylenebilir. Bir taraftan, kararın önemin arttırmakta olan iki husus göze çarpmaktadır. Birincisi, Hukuk Sözcüsü (HS) Szpunar, 14 Aralık 2023 tarihinde bu davadaki Gerekçeli Görüşünü vermiştir. Adalet Divanı, dava konusu olayın hiçbir yeni hukuksal sorun ortaya çıkarmadığı görüşündeyse davanın Hukuk Sözcüsünün görüşü olmaksızın yürütülmesine karar verebilmektedir. O halde, Adalet Divanı, bu davada Hukuk Sözcüsünün görüşü alındığına göre, dava konusu olayın yeni hukuksal sorun ortaya çıkardığı kanaatini taşımaktadır. İkincisi, bu karar, “medya ilgisini çeken veya vatandaşların yaşamında etki doğuran konular hakkında” kamuoyunu bilgilendirmeyi amaçlayan basın açıklamaları arasında kendisine yer bulmuştur. Diğer taraftan, kararın önemini azaltmakta olan iki husus göze çarpmaktadır. Birincisi, Adalet Divanı davaya (örneğin Büyük Dairesi aracılığıyla değil) beş hakimli Dördüncü Dairesi aracılığıyla bakmıştır. Örneğin 2019-2023 yılları arasında Adalet Divanı, yaklaşık olarak her on davadan dördüne beş hakimli daireleri aracılığıyla bakmaktadır. İkincisi, yalnızca Almanya, Estonya ve Avrupa Komisyonu davaya gözlemlerini sunmuştur.

Bu blog postta önce Birlik vatandaşlığı ile ilgili mevzuata ve içtihat hukukuna yer verilecek, sonra S.Ö. and Others davasının arka planı ortaya konacak, daha sonra ABAD’ın kararı incelenecektir.

1. Birlik Vatandaşlığı ve İlgili İçtihat Hukuku

Birlik vatandaşlığı, Maastricht Antlaşması (1993) ile birlikte AB hukukunun bir parçası haline getirilmiştir. Avrupa Ekonomik Topluluğu Antlaşması (1958) ile üye devletler arasında bir ortak pazar kurmak tasarlanmıştı. Ortak pazar; malların ve sermayenin yanı sıra kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımını öngörmekteydi. Kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımı ise işçilerin, iş kuranların, hizmet sunanların ve hizmet alanların serbest dolaşımı anlamına gelmekteydi. Eğer gerçek kişiler bu serbest dolaşımdan yararlanmaktaysa “bir üye devlet vatandaşı” olmaları aranmaktaydı (örneğin bkz. FKP Scorpio Konzertproduktionen, para. 67-69). Maastricht Antlaşması (1993) ile birlikte ise Birlik vatandaşlığı tesis edilmiştir ve “bir üye devletin vatandaşı olan herkes Birlik vatandaşıdır” hükmü getirilmiştir (Avrupa Topluluğu Antlaşması md. 8(1)).

Birlik vatandaşlığı, kurucu antlaşma seviyesinde, Maastricht Antlaşması’ndan bu yana esaslı bir değişiklik geçirmemiş olup Lizbon Antlaşması (2009) sonrasında şu şekilde düzenlenmektedir. Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma (ABİHA) md. 20 uyarınca:

“1. Bu Antlaşma ile Birlik vatandaşlığı tesis edilmiştir. Bir üye devletin vatandaşı olan herkes Birlik vatandaşıdır. Birlik vatandaşlığı ulusal vatandaşlığın yerini almayıp ona ilavedir.

2. Birlik vatandaşları, Antlaşmalar’da öngörülen haklardan yararlanır ve yükümlülüklere tabi olur. Birlik vatandaşları, diğer hakların yanı sıra, aşağıdaki haklara sahiptir:

a) üye devletlerin topraklarında serbestçe dolaşma ve ikamet etme hakkı,

b) ikamet ettikleri üye devlette, o devletin vatandaşlarıyla aynı şartlarda, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ve yerel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı,

c) uyruğu olduğu üye devletin temsil edilmediği üçüncü bir ülkenin topraklarında, üye devletlerden herhangi birinin diplomatik veya konsolosluk makamlarınca, o üye devletin uyruklarıyla aynı şartlarda korunma hakkı,

d) Avrupa Parlamentosuna dilekçe verme, Avrupa Ombudsmanına başvurma ve Birlik kurumlarına ve danışma organlarına Antlaşmalar’ın dillerinden birinde başvurma ve aynı dilde cevap alma hakkı.

Bu haklar, Antlaşmalar’da belirlenen şartlar ve sınırlar çerçevesinde ve bu Antlaşmalar’a uygun olarak kabul edilmiş tedbirler vasıtasıyla kullanılır.”

Micheletti and Others kararı (1992), üye devlet vatandaşlığı (ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığı) ile ilgili ilk karar olmuştur. Bay Micheletti, hem Arjantin hem İtalya vatandaşı olup, AB ortak pazar hukuku altındaki iş kurma hakkı (bir başka üye devlette istikrarlı ve devamlı olarak ekonomik etkinlik yürütmek) çerçevesinde İspanya’da diş hekimi olarak iş kurmak istemiştir. Bay Micheletti’ye göre kendisi AB üyesi devletlerden birinin (İtalya’nın) vatandaşlığına sahip olduğu için AB hukuku çerçevesinde iş kurma hakkından yararlanabilir. İspanya’ya göre ise Bay Micheletti iş kurma hakkından yararlanamaz, çünkü mutat ikâmetgahı esas alındığında kendisi İtalyan değil Arjantin vatandaşı sayılmalıdır. ABAD’a göre “her bir üye devlet, [AB] hukukunu gereği gibi dikkate alarak, vatandaşlığın kazanılmasına ve kaybına ilişkin koşulları belirler” (para. 10). Dahası, bir üye devlet (İspanya), bir başka üye devlet (İtalya) tarafından verilen vatandaşlığı tanımak için (mutat ikâmetgah gibi) ek koşullar getiremez (para. 10).

Maastricht Antlaşması (1993) ile tesis edilen “Birlik vatandaşlığı”, vatandaşlığın kazanılması ve kaybı yönünden, ABAD kararlarında bir değişikliğe yol açmamıştır. Bu yönden, ABAD, Kaur kararında (2001), Micheletti and Others kararına atıfla, aynı tespitini yinelemiştir: “Her bir üye devlet, [AB] hukukunu gereği gibi dikkate alarak, vatandaşlığın kazanılmasına ve kaybına ilişkin koşulları belirler” (para. 19). Dolayısıyla, içtihat hukukunda açıklığa kavuşmayı bekleyen husus, artık, “AB hukukunu gereği gibi dikkate alarak” ifadesi olmaya başlamıştır.

Bu ifadenin içi, ilk kez, Rottmann kararı (2010) ile birlikte doldurulmuştur. Burada, bir kişi bir üye devlet vatandaşlığı ile birlikte Birlik vatandaşlığını da kaybetmektedir. Bay Rottmann, Avusturya vatandaşı iken 1998 yılında Almanya vatandaşlığı için başvuru yapmış ve 1999 yılında bu vatandaşlığa kabul edilmiştir. Bay Rottmann, aynı zamanda, Avusturya hukuku uyarınca otomatik olarak Avusturya vatandaşlığını kaybetmiştir. İlgili Alman makamları, 2000 yılında Bay Rotmann’ın Almanya vatandaşlığı başvurusunda hile yaptığı gerekçesiyle vatandaşlığa kabul kararını geriye dönük olarak kaldırmıştır. Bu karar, Bay Rottmann’ın açtığı iptal davası nedeniyle henüz nihai hale gelmediyse de, nihai hale gelirse Bay Rottmann vatandaşlığı olmayan bir kişiye dönüşecektir.

ABAD, bu arka planda, “AB hukukunu gereği gibi dikkate alarak” ifadesini açıklığa kavuşturmuştur. Ona göre bir üye devlet vatandaşlığının ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığının kaybı AB hukukunun kapsamı içinde kalır (para. 42). Dolayısıyla, “üye devletler, vatandaşlık alanındaki yetkilerini kullanırken [AB] hukukunu gereği gibi dikkate almalıdır” (para. 45). Bu yönden, Birlik vatandaşlığının kaybına neden olan bir karar, orantılılık ilkesi gereği, ilgili kişinin durumu açısından yol açtığı sonuçların AB hukuku ışığında değerlendirilmesini gerektirir (para. 55). Spesifik olarak, böyle bir karar, hem ilgili kişi hem de alakalı olduğunda aile üyeleri açısından her Birlik vatandaşının yararlandığı hakların kaybı yönünden incelenmelidir (para. 56). Bir üye devlet (Almanya), sırf ilgili kişi (Bay Rottmann) köken üye devletinin (Avusturya’nın) vatandaşlığını yeniden kazanamadı diye onu kendi vatandaşlığında tutmaya devam etmek zorunda olmasa bile, orantılılık ilkesi gereği, bu kişiye ilgili vatandaşlığı yeniden kazanmayı deneyebilmesi için makul süre vermelidir (para. 57-58). Sonuç olarak, bir üye devlet, vatandaşlığa kabul kararını hileli başvuru halinde geri alabilir, ancak geri alma kararı AB hukuku uyarınca orantılılık ilkesine uygun olmalıdır (para. 59).

Rottmann kararı (2010) ile birlikte Birlik vatandaşlığı ile ilgili kararlar, daha çok, üye devlet vatandaşlığının ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığının kaybı ekseninde ilerlemeye başlamıştır. Konuyla ilgili olarak Tjebbes (C-221/17) kararı (2019) (para. 48), JY (C-118/20) kararı (2022) (para. 44 ve 74) ve X (C-689/21) kararı (2023) (para. 59) aracılığıyla içtihat hukuku belirli bir olgunluk seviyesine ulaşmıştır. Nitekim bu blog postta incelenen S.Ö. and Others kararı da, kendisinden önceki bu kararlara atıflarla işlenerek dokunmuştur.

2. S.Ö. and Others Davasının Arka Planı

S.Ö. and Others davasının hukuki arka planı şöyle toparlanabilir (para. 10-24). Alman hukuku, 1 Ocak 2000 tarihinden önce ve sonra uygulanan olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. 31 Aralık 1999 tarihine kadar, bir kişi, Alman vatandaşıyken kendi rızasıyla bir üçüncü ülke (örneğin Türkiye) vatandaşlığını kazanırsa –yurt dışında ikamet etmediği müddetçe– Alman vatandaşlığını muhafaza edebilmektedir. 1 Ocak 2000 tarihinden itibaren ise, bir kişi, Alman vatandaşıyken kendi rızasıyla (AB devletleri gibi belirli devletler hariç) bir başka devletin (örneğin Türkiye’nin) vatandaşlığını kazanırsa Alman vatandaşlığını otomatik olarak kaybetmektedir. Bu otomatik kaybı önlemenin tek yolu, başka devlet vatandaşlığını kazanmadan önce, Alman vatandaşlığını muhafaza etmek için yetkili makamdan ön izin almaktır. Yetkili makam ise, kamu ve özel çıkarları tartmak suretiyle bu talep hakkında bir karar verecektir.

S.Ö. and Others davasının maddi arka planı şöyle toparlanabilir (para. 10-24). Almanya’da, 5 Türk vatandaşı ile ilgili 3 ayrı dava yürümekte olup her birindeki uyuşmazlık hukuki yönden aynıdır. Özetle, ilgili kişiler Türk vatandaşıyken 1999 yılında Alman vatandaşlığını kazanmıştır ve bu kişilerin Türk vatandaşlıkları geri alınmıştır. Bu kişiler, aynı yıl, Türk vatandaşlığını yeniden kazanmak için başvuruda bulunmuş, 2000 yılında da Türk vatandaşlığını yeniden kazanmıştır. Bir üst paragrafta belirtilen Alman hukuku uyarınca bu kişiler, 31 Aralık 1999 tarihine kadar Türk vatandaşlığını yeniden kazanmış olsalardı, Alman vatandaşlıklarını muhafaza edebilecekti. Buna karşın, bu kişiler, 1 Ocak 2000 tarihinden sonra, Alman vatandaşlıklarını muhafaza etmek için yetkili makama başvurmaksızın, kendi rızaları ile Türk vatandaşlıklarını yeniden kazandıkları için Alman vatandaşlıklarını otomatik olarak kaybetmiştir.

Düsseldorf İdare Mahkemesi (Verwaltungsgericht Düsseldorf), bu arka planda, AB hukukunun (ABİHA md. 20’nin) ilgili Alman hukukunun önüne geçip geçmediği ile ilgili olarak ABAD’a ön karar başvurusunda bulunmuştur (para. 25-32).

3. S.Ö. and Others Kararı

ABAD, S.Ö. and Others kararında konuya önce ilkesel olarak, sonra somut uyuşmazlık özelinde yaklaşmıştır.

İlk olarak, ABAD, bir üye devlet vatandaşlığının ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığının kaybı bağlamında ön tespitlerde bulunmuştur. Ona göre üye devletler, uluslararası hukuku gereği gibi dikkate alarak, vatandaşlığın kazanılması ve kaybı ile ilgili koşulları belirler (para. 34). Bununla birlikte, ulusal hukuk da, AB hukukunun kapsadığı durumlarda, AB hukukunu gereği gibi dikkate almalıdır (para. 34). ABİHA md. 20 bir üye devletin vatandaşı olan herkese Birlik vatandaşlığını bahşetmektedir ve Birlik vatandaşlığı “üye devletlerin vatandaşlarının temel statüsü olacaktır” (para. 35). Bir kişinin bir üye devlet vatandaşlığını kaybı dolayısıyla Birlik vatandaşlığını kaybı, niteliği ve sonuçları sebebiyle, AB hukukunun kapsamı içinde kalır (para. 36). Bu nedenle de, “üye devletler, vatandaşlık alanındaki yetkilerini kullanırken AB hukukunu, özellikle de orantılılık ilkesini, gereği gibi dikkate almalıdır” (para. 36).

ABAD bu ön tespitlerinin devamında konuya ilkesel olarak yaklaşmıştır. Ona göre üye devletler, meşru olarak, “kendisi ve vatandaşları arasındaki dayanışma ve iyi niyet özel ilişkisini ve ayrıca hakların ve görevlerin karşılıklılığını” korumak isteyebilir (para. 37). Dahası, üye devletler, Almanya’nın somut uyuşmazlıktaki düzenlemelerinin yaptığı gibi, “birden çok vatandaşlığa sahip olmaktan kaçınmayı” da meşru olarak isteyebilir (para. 38-40). O halde, AB hukuku, ilke olarak, bir üye devletin vatandaşının gönüllü olarak bir üçüncü ülkenin vatandaşlığını elde ettiğinde otomatik olarak o devletin vatandaşlığını kaybetmesine ilişkin ulusal kuralların, bu kayıp aynı zamanda Birlik vatandaşlığının kaybı anlamına gelse bile, önüne geçmez (para. 41).

ABAD, ikinci olarak, AB hukuku kapsamında orantılılık ilkesinin somut uyuşmazlık özelinde gerektirdikleri üstünde durmuştur. Bu yönden, yetkili ulusal makamlar ve mahkemeler, AB hukuku bakış açısıyla, bu tür bir vatandaşlık kaybının ilgili kişinin ve yerine göre aile üyelerinin durumları üzerindeki sonuçları bakımından orantılılık ilkesini dikkate alıp almadığını belirlemelidir (para. 42). AB hukuku, ilke olarak, Almanya’nın somut uyuşmazlıktaki düzenlemelerinin yaptığı gibi, bir ön izin prosedürü aracılığıyla bireysel inceleme öngörmesine ilişkin ulusal kuralların önüne geçmez (para. 46). Buna karşın, başvurucu ulusal mahkemenin aktardığına göre, idari makamlar, bu ön izin prosedüründe (pratikte) ilgili kişinin Alman vatandaşlığını ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığını kaybının sonuçlarını AB hukuku ışığında incelememektedir (para. 48).

Peki, bu tarzda bir inceleme kim tarafından ve hangi içerikle gerçekleştirilecektir? ABAD’a göre davayı görmekte olan ulusal mahkeme, bu tarzda bir incelemeyi ya kendisi yapmalıdır ya da idari makamlar tarafından yapılmasını sağlamalıdır (para. 49). Bu inceleme, bu tür bir vatandaşlık kaybının sonuçlarının, ulusal yasa koyucunun güttüğü hedef bakımından, AB hukuku bakış açısıyla ilgili kişinin aile veya mesleki hayatının normal gelişimini orantısız biçimde etkileyip etkilemediği yönünde o kişinin durumunu bireysel değerlendirmeyi gerektirir (para. 50). Bununla birlikte, bu sonuçlar hipotetik veya salt bir olasılık şeklinde olamaz (para. 50). Ayrıca, bu orantılılık incelemesinin bir parçası olarak, vatandaşlığın kaybının, AB Temel Haklar Şartı md. 7 ve 24(2), yani aile hayatına saygı hakkı ve çocuğun üstün yararı ile uyumlu olması da sağlanmalıdır (para. 51).

ABAD, üçüncü olarak, AB hukuku kapsamında etkililik ilkesinin somut uyuşmazlık özelinde gerektirdikleri üstünde durmuştur. Etkililik ilkesi uyarınca ilgili kişi, vatandaşlık kaybının sonuçlarının AB hukuku ışığında incelenmesini talep etme hakkı ve süresi konusunda gereği gibi bilgilendirilmelidir (para. 56). Ulusal mahkeme, somut uyuşmazlıkta, ilgili kişilerin 1 Ocak 2000 tarihinde yürürlüğe giren düzenlemeler çerçevesindeki ön izin prosedürü hakkında gereği gibi bilgilendirilip bilgilendirilmediğini belirlemelidir (para. 57). Ulusal mahkeme, ilgili kişilerin Alman vatandaşlığını kaybının sonuçlarının AB hukuku ışığında bireysel incelemesinden yararlanabilecek bir pozisyonda olmadığı sonucuna varırsa, böyle bir inceleme tali bir mesele olarak yürütülebilmelidir: Yetkili makamlar, örneğin bir seyahat belgesi veya vatandaşlığı gösteren başka bir belge için yaptığı başvuru bağlamında, uygun olduğunda, ilgili kişinin o devlet vatandaşlığını baştan itibaren (ex tunc) yeniden kazandırabilmelidir (para. 62). Somut uyuşmazlıkta, başvurucu ulusal mahkeme, Alman vatandaşlığını baştan itibaren (ex tunc) yeniden kazandırma ihtimali dahil, böyle bir tali incelemeyi yürütebilmelidir (para. 63). Bu yönden, orantılılık incelemesi amaçlarıyla dikkate alınacak tarih üçüncü ülke vatandaşlığının kazanıldığı tarih olacaktır (para. 64).

Sonuç olarak, AB hukuku, somut uyuşmazlıktaki şekilde tasarlanmış olan Alman hukukunun ilke olarak önüne geçmez, ancak AB hukuku ile uyumlu olmak şu üç şarta bağlıdır (para. 65). Birincisi, “ilgili kişiler, ulusal mevzuatın öngördüğü vatandaşlığı muhafaza etme prosedürüne makul bir süre içinde etkili erişebilmelidir ve bu prosedür hakkında gereği gibi bilgilendirilmelidir”. İkincisi, “bu prosedür, yetkili makamlar tarafından bu vatandaşlığın kaybının sonuçlarının orantılılığının AB hukuku ışığında incelenmesini içermelidir”. Üçüncüsü, aksi halde, yetkili makamlar ya da mahkemeler, örneğin bir seyahat belgesi başvurusu bağlamında, “böyle bir incelemeyi tali bir mesele olarak yürütebilmelidir ve uygun olduğunda o vatandaşlığı baştan itibaren (ex tunc) yeniden getirebilmelidir”.

Sonuç

S.Ö. and Others kararı, bir taraftan, AB hukuku ışığında değerlendirilebilir. Bu yönden, bu karar, bir üye devlet vatandaşlığının kaybı dolayısıyla Birlik vatandaşlığının kaybı ile ilgili kararlara, çarpıcı bir yenilik getirmeksizin, eklenen bir karar olarak görülebilir. Bu konu, AB hukuku açısından ilk kez Rottmann kararı (2010) ile birlikte açıkça ele alındıktan sonra Tjebbes (C-221/17) kararı (2019), JY (C-118/20) kararı (2022) ve X (C-689/21) kararı (2023) ile de görülmüştü. İşte S.Ö. and Others kararı (2024) da artık bu kararlar arasındaki yerini almıştır. Başka bir ifadeyle, “AB hukukunu gereği gibi dikkate almak” ifadesinin anlamı, bir üye devlet vatandaşlığının ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığının kaybı söz konusu olduğunda kayda değer ölçüde açıklığa kavuşturulmuştur.

Dolayısıyla, artık, bu ifadenin anlamı, bir üye devlet vatandaşlığının kazanılması dolayısıyla Birlik vatandaşlığının kazanılması söz konusu olduğunda açıklığa kavuşturulmayı beklemektedir. Nitekim Komisyon, bu konuda, 20 Ekim 2020 tarihinde Kıbrıs ve Malta’ya karşı “altın pasaport” olarak anılan yatırımcı vatandaşlık planları yönünden AB hukukunu ihlal ettikleri gerekçesiyle resmi bildirim mektubu göndererek ihlal prosedürü başlatmıştır. Komisyon, 6 Nisan 2022 tarihinde ise aynı konuda Malta’ya karşı bir gerekçeli görüş göndererek ihlal prosedürünü ilerletmiştir. Komisyon, 21 Mart 2023 tarihinde Malta’ya karşı, ülkesi ile gerçek bir bağ taşımayan kişilere önceden belirlenmiş ödeme veya yatırım karşılığında vatandaşlık kazandırarak AB hukukunu ihlal ettiği gerekçesiyle ihlal davası açmıştır (C-181/23). Dava hala derdest olup, eğer karara bağlanırsa, bir üye devlet vatandaşlığının ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığının kazanılması ile ilgili ilk tespitleri içerecektir.

Diğer taraftan, S.Ö. and Others kararı, iki üst paragraftaki diğer kararlarla birlikte, Türk vatandaşlığı açısından değerlendirilebilir. Şöyle ki; Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın websitesine göre “Yurt dışında yaşayan 6,5 milyonu aşkın vatandaşımızın yaklaşık 5,5 milyonu Batı Avrupa ülkelerine yerleşmiş bulunmaktadır”. O halde, bir üye devlet vatandaşlığının kaybı dolayısıyla Birlik vatandaşlığının kaybı ile ilgili kararlar, Türk vatandaşlığı ile kesiştiği ölçüde, Ülkemiz için önem taşıyabilecektir. İlk adım olarak, somut uyuşmazlık özelinde, ABAD’ın ön karar prosedüründeki kararını takiben Düsseldorf İdare Mahkemesi’nin (Verwaltungsgericht Düsseldorf) ne yönde karar vereceği takip edilebilir. Bir sonraki adım olarak, ABAD kararları içtihat hukuku niteliği taşıdığından, AB üyesi devletlerde benzer durumda olanların bu kararlar aracılığıyla hukuki durumları iyileştirilebilir.

Bunlar bir yana, S.Ö. and Others kararının önemini azaltmaksızın, Almanya’nın birden çok vatandaşlık ile ilgili tutumunu değiştirmek üzere olduğu da not düşülmelidir. Almanya, 19 Ocak 2024 tarihinde kabul ettiği ve 27 Haziran 2024 tarihinde yürürlüğe girecek yeni bir yasa aracılığıyla başkaca bir vatandaşlık kazanıldığında Alman vatandaşlığının otomatik kaybı kuralını kaldırmaktadır. Nitekim, Deutsche Welle’nin 20 Ocak 2024 tarihli haberine göre de Almanya’daki yaklaşık 1.5 milyon Türk vatandaşlığına sahip kişinin, çifte vatandaşlığa imkan tanıyan bu yeni düzenleme ile birlikte, gittikçe artan oranlarda Alman vatandaşlığı başvurusu yapmasının beklenebileceği belirtilmektedir.

Sonuç olarak, vatandaşlık ile ilgili AB üyesi devlet hukukları, Almanya örneğinin gösterdiği üzere, AB hukuku gereği gibi dikkate alınmak suretiyle, dolayısıyla AB hukuku ile etkileşim halinde evrimleşmeye devam edecektir.


Bu yazıya atıf için: İlke Göçmen, “Bir Üçüncü Ülke (Türkiye) Vatandaşlığının Kazanılmasıyla Birlikte Bir Üye Devlet (Almanya) Vatandaşlığının ve Dolayısıyla Birlik Vatandaşlığının Kaybı: Adalet Divanının S.Ö. and Others (C-684-686/22) Kararı”, Yaşayan Avrupa Birliği Hukuku Blogu, 3/5/2024, Link: <https://yasayanabhukuku.blogspot.com/2024/05/httpsyasayanabhukuku.blogspot.com202405CJ-in-SOandOthers-C-684-686-22.html>


Bu yazıyı faydalı buldunuz mu? Hiç bir içeriği kaçırmayın bizi takip edin.